Kategori arşivi: 2. Sayı Günümüzün Narsisizmi

2. Sayı Psikanalizin Dili Dergisi

Günümüzün Narsisizmi

John William Waterhouse

Günümüzün Narsisizmi: Sunuş

Narkissos mitinin değişik versiyonları olduğu bilinmektedir. Ovidius’un Metamorphoseis’inde geçen en çok bilinen versiyonuna göre Narkissos, tanrı Kephisos ile nympha Liriope’nin oğludur. Narkissos doğduğunda anne babası kâhin Teiresias’a danışırlar. Teiresias onlara çocuğun kendi yüzüne bakmaması koşuluyla çok ileri yaşa kadar yaşayacağını söyler. Gençlik çağında Narkissos’a birçok genç kız ve nympha âşık olur. Fakat Narkissos onları görmez bile, onların ilgisine karşı duyarsızdır.

Bir orman nympha’sı olan Ekho ise çok konuştuğu için tanrıça Iuno tarafından cezalandırılmıştır; Ekho sözlerini serbestçe dile getiremez, ancak başkalarının sözlerinin son sözcüklerini tekrarlayabilmektedir.

Bir gün Ekho da Narkissos’un çekimine kapılır ve ona âşık olur; fakat Narkissos’un tavrı öncekilerden farksızdır. Narkissos kendisinin sözlerini tekrarlayan Ekho karşısında irkilir ve onun talebini kabul etmez. Bunun üzerine Ekho çok üzülür, reddedilmiş ve küçük düşmüş hisseder; inzivaya çekilir, zayıflar ve yankılanan bir ses (eko) olarak kalır. Narkissos’un hor gördüğü kızlar tanrılardan öçlerinin alınmasını isterler. İntikam tanrıçası Nemesis Narkissos’u cezalandırmaya karar verir. Bir av sonrasında Narkissos susuzluğunu gidermek için bir pınara eğilir ve suda kendi yüzünün yansımasını görür. Narkissos bu güzel yüze bir anda âşık olur, ona bakakalır. Narkissos sudaki yansımasının kendisine ait olduğunun farkında değildir.  Bu andan itibaren de gözü dünyada başka bir şey görmez olur ve kendi suretine bakarken orada öylece ölür. Narkissos’un olduğu yerde bir çiçek oluşur; Narkissos, bir çiçeğe (nergise) dönüşmüştür.

Okumaya devam et Günümüzün Narsisizmi

Narsisistik-Kimliksel Travma ve Aktarımı

Réne Roussillon

Narsisistik-Kimliksel Travma ve Aktarımı[1]

Réne Roussillon

Başlıkta öne sürdüğüm meseleyi ele almadan evvel, daha doğrusu bu konuyu “iyi” bir konumda ele alabilmek için iki ön koşulun önceden ele alınmasının gerekli olduğunu düşünüyorum.

İlki, “sınır hâllerin” veya “narsisistik” aktarımların özgüllüğü konusunun üstü kapalı şekilde barındırdığı tanı konusunu içerir. Herhangi bir aktarımsal konfigürasyonun analiz edilmesi, tarihselliği düzenleyici konuma yerleştiren bir perspektife yer açılması için her tür “yapısal” perspektifin askıya alınmasını içerir. Bu bakış açısıyla, analizde “sınır hâl” birey yoktur, yalnızca yaşanmış geçmişin simgeleştirilmesi çalışmasındaki bazı zorlukların kökeninde birkaç tarihsel konjonktürle karşılaşmış ve bu sebeple de angaje olan bazı dürtüsel, narsisistik veya nesnesel kimi meselelerin öznel sahiplenilmesinde bazı zorluklarla karşılaşmış olan bir birey vardır. Geçmişten sahiplenilmemiş olan şey sebebiyle acı çekeriz, ister “nevrotik”, “psikotik” veya “sınır hâlde” olalım, geçmişin bu kesitlerini simgeleştirerek ve bunları öznel örgütlenmenin dokusu ile bütünleştirerek “iyileşiriz.” “Anılara dalma” sebebiyle acı çeker, hatırlayarak iyileşiriz; tarihsel veya geçmiş ilişkisel konjonktürlerin ruhsallık içinde sabitlenmiş ve kistleşmiş olan özelliklerini yeniden oynayabileceğimizi, başka şekilde tekrar edebileceğimizi hatırlayarak.

Okumaya devam et Narsisistik-Kimliksel Travma ve Aktarımı

Cumhuriyet’in İlk Yıllarına Psikanalitik Bir Bakış: Çağın Ruhundan Eserlere Yansıyan

 

halide edip

Cumhuriyet’in İlk Yıllarına Psikanalitik Bir Bakış: Çağın Ruhundan Eserlere Yansıyan

Nilüfer Erdem – Yavuz Erten

Toplumsal, kültürel, siyasi ve tarihsel olgular her zaman psikanalizin araştırma konuları arasında yer almıştır. Bu tür çalışmalara bilindiği gibi “uygulamalı psikanaliz” adı verilmektedir. Bölgemizde yaşanan savaş, ülkemizi de içine alan terör olayları, göçler ve mültecilerin sorunları son yıllarda psikanalistlerin yoğun olarak üzerine eğildiği konular arasına girdi. Son birkaç yıldır kayıp, şiddet ve travmanın çeşitli boyutlarının Psike İstanbul’un yıllık sempozyum dizisi Psikanalitik Bakışlar sempozyumlarının içeriğine damgasını vurmasını bunun bir kanıtı olarak görebiliriz. Bu çalışmaların katkısıyla ve toplumdaki değişimlerin bizlerde geçmişe dair uyandırdığı merakın etkisiyle 2017’de Psike İstanbul bünyesinde “Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Psikodinamiklerini Dönem Romanları Aracılığıyla Düşünmek” isimli bir Çalışma Grubu başlattık. Böylece bireysel olarak ilgilendiğimiz ve derinleşmek istediğimiz bir konuyu grup içinde sistemli olarak ele alma olanağı bulduk. Aralık 2018’de “İç Dünya – Dış Gerçeklik” temalı Psikanalitik Bakışlar 12’de bir panelle bu Çalışma Grubunun ortak çalışmasını sunduk. Panelde sunulan metinler ayda bir gerçekleştirdiğimiz toplantılarda, okuduğumuz romanlar, biyografiler ve tarihi belgeler üzerine yürüttüğümüz tartışmalar sonucunda ortaya çıktı.[1]

Bu çalışmada amacımız, içinde bulunduğumuz dönemin toplumsal dinamiklerini Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve sonrasında etkili olan süreçlere bakarak psikanalitik bir anlayışla değerlendirmek ve anlamlandırmaktı. Çalışmaya ilk başladığımızda her ay bir yazarın romanlarını ele alacağımızı ve bu şekilde her bir dönemi aşağı yukarı birkaç ay içinde gözden geçireceğimizi düşünüyorduk. Oysa okumaya ve tartışmaya başlayınca ortaya bambaşka bir tablo çıktı. Dönem olarak kısaca İkinci Meşrutiyet’e odaklanmayı, daha sonra Cumhuriyet’in kuruluşu ve ondan sonraki yıllara doğru ilerlemeyi düşünüyorduk. İlk yazarımız da Halide Edib Adıvar’dı. Fakat tarihsel olarak 2. Meşrutiyet’in ilanı, 31 Mart Vakası ve İttihat ve Terakki dönemi bizi tahminlerimizin ötesinde meraklandırdı ve sonuçta hemen hemen yalnızca bahsi geçen bu dönemler üzerine çalıştık. Edebiyatçılardan ise okumalarımızı Halide Edib Adıvar ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun eserleriyle sınırladık. Aslında sınırladık demek doğru bir ifade değil çünkü daha ziyade bu iki yazarın eserlerinin ve biyografilerinin çok geniş dünyasına dalıp orada derinleşmeyi, bu yazarların tadını çıkarmayı tercih ettik.

Okumaya devam et Cumhuriyet’in İlk Yıllarına Psikanalitik Bir Bakış: Çağın Ruhundan Eserlere Yansıyan

Sınır Durumlar İçin İki Paradigma: Melankolik Süreç ve Otistik Süreç

Réne Roussillon

Sınır Durumlar[1] İçin İki Paradigma: Melankolik Süreç ve Otistik Süreç[2]

René Roussillon

Psikopatolojinin sorunlarına farklı yaklaşım yolları bulunur; bu yollar mutlaka zıt, karşıt ya da çelişkili olmak zorunda değildirler, fakat farklı varsayımlara dayanırlar.

İlk klasik yöntem, psikopatolojinin olgularını ve bunların “dışsallıkta” sanki “kendi kendine” mevcutmuş, yani bir bağlamdan ve başka bir bireye yönelik olmalarından bağımsızmış gibi ortaya çıkan ruhsal işleyişlerini betimlemeye çalışır. Psikiyatriyi belirgin olarak niteleyen bu yaklaşımdır ve bu bakış açısına göre geleneksel psikiyatrik sınıflandırma (örneğin H. Ey tipi) ya da çeşitli DSM’ler arasında bir fark yoktur. Psikanalizden doğmuş metapsikolojik bir bakış açısı, yani bireyin çatışmalarını ve paradokslarını referans alan ruhsal işleyişin anlaşılırlığı, ilişkisel ve dürtüsel yaşamının yönetiminde faaliyete geçirdiği savunma mekanizmaları vb. dâhil edilerek bu tanımlama iyileştirilebilir.

Sadece klinik uygulamanın mümkün kıldığı diğer bir yaklaşım ise, psikanalitik durum gibi bir klinisyene hitap eden “yerleşik durum” (D. W. Winnicott, 1945) veya “standart” durum bağlamında bir ruhsal işleyişi tanımlamaktır. 1991[3] yılında psikanalitik teknik ve tertibatın mantığının sınırlarını zorlayan “paradoksal” aktarımsal konjonktürleri tanımlamaya çalıştığım bir kitapta, psikanalizin “sınır durumlarını” betimleyerek yapmaya çalıştığım da buydu. O dönem aktarımsal konjonktürün bir takım özelliklerinin psikanalitik durum üzerindeki etkilerini (bana erken dönem travmatik konjonktürlerle bağlantılı gibi görünen bazı narsisistik ızdırap formlarına özgü etkiler) tanımlamak için bu kavramı önermiştim. Bu durumda genel hipotezim, psikanalitik durumda ortaya çıkan narsisistik ızdırap hallerinin, psikanalitik teknik ve tertibatı alıkoyma riski barındıran paradokslar üretme eğiliminde olduklarıydı.

Okumaya devam et Sınır Durumlar İçin İki Paradigma: Melankolik Süreç ve Otistik Süreç

Narsisizmin İkili Kavramı: Pozitif ve Negatif Örgütlenmeler

andre green

Narsisizmin İkili Kavramı: Pozitif ve Negatif Örgütlenmeler[1]

André Green

Giriş

Çalışmasının başlarında, Freud (1894, 1915) narsisist nevrozları psikanalitik tedavi endikasyonunun dışında tutmuştu. Freud’un narsisizm kavramını keşfetmeden ve kavramı tanımlamadan önce narsisizmi sezmiş olması kayda değerdir. İçe kapalı ve diğer insanlara dair hiç ilgisi olmayan hastalara, hiçbir aktarım geliştiremeyeceklerine inandığı için, hiçbir şekilde psikanalitik tedavi uygulanabileceğini düşünmüyordu. Esasen, Freud’un o zamanlar bu hastaların muzdarip olduğunu düşündüğü dementia praecox, 1911’de şizofreni olarak adlandırıldı. Bu tabloyu libidonun benlikteki durağanlığı ve engellenmesine bağlamıştı.

Daha sonra Freud (1914) narsisizmi tanımladığında, aklında yukarıda bahsedilen psikozların ötesinde hastalığa dair daha geniş bir bakış açısı vardı. Kuramını nesne libidosu ve narsisist libidoyu dahil ederek yeniden şekillendirip, kişiliğin temel bir öğesini ortaya çıkardığı, belirli tipteki nesne ilişkilerini de içeren birçok özellik tanımladı. Biz çoğunlukla bunun geçici bir adım olduğunu düşünüp günümüzde ruhsal olguları bu şekilde yorumlamanın çok daha ötesinde olduğumuza inansak da, şimdiki bakış açımızın Freud’un 1914’te belirttiği bakış açısının dönüşümleri olduğunu söylemek daha doğrudur.

Okumaya devam et Narsisizmin İkili Kavramı: Pozitif ve Negatif Örgütlenmeler

Xavier Dolan Sinemasında Ensestsi

2. sayı psikanalizin dili.jpg

Xavier Dolan Sinemasında  Ensestsi [1]

Bella Habip

Ensestsi kavramı Paul Claude Racamier tarafından 1980-90 yılları arasında aydınlığa kavuşturulmuştur. Kavram görece olarak yenidir ve yazarın narsisist sapkınlık teması üzerine kaleme aldığı bir makalesi ilk defa olarak 2014 yılında The International Journal of Psychoanalysis’de[2] yayımlanmıştır. Ensestsi Racamier’nin kavramlaştırmasında önemli bir yer tutar. Yazar psikozların alanından ve Oidipus’la kurulan bağlardan hareket ederek bireysel, ailesel hatta toplumsal yaşama mahsus ruhsal bir biçim tarif etmiştir. Bu ruhsal biçim ensest gerçekleşmemiş olsa da ensestin izini taşır. Bu, birincil nesneyle kurulan ilişkinin mütemadiyen yeniden kurulduğu ve yeniden inşa edildiği düşlemlenmemiş, simgeleşmemiş bir ensest biçimidir. Yazara göre her ensestsi ilişkinin arkasında ihraç edilmiş ve işlenmemiş bir yas yatar. Bu ilişki Oidipus’a ulaşmayı engelleyici özelliklere sahip bir dizi ruhsal görüngüyü kapsar: yasın reddedilmesi ve zamanın durması, eylemselliğe düşkünlük, konuşulmayanın yaygınlığı, insan ve nesiller arasında karmaşa, amacına ulaşmayan ve bitmez tükenmez narsisist baştan çıkarıcılık.

Xavier Dolan sinemasında sergilenen anne ile erkek çocuk arasındaki ilişki tipi, ensestsi ilişkinin klinik biçimine çok iyi bir örnektir. Her iki tarafa da zarar veren, muğlaklık, şiddet ve tutku içeren bu ilişki yönetmenin her filminde mevcuttur. Tarafların aralarındaki bitmez tükenmez uyuşmazlık ve buna karşılık boşa giden karşılıklı bir denge tesis etme çabaları bu ilişkinin özelliğidir. Racamier’ye göre karşılıklı denge, anne ve bebeğin doğum sonrasındaki ayrılığın kaygı verici yaşantısına karşı tesis edilmektedir. Anne ve bebeğinin doğal birlik arayışı yazar tarafından “narsisist baştan çıkarıcılık” terimi altında kavramlaştırılmıştır; söz konusu narsisist baştan çıkarıcılık başlangıçta gereklidir ama belirli bir zamandan sonra da devam ederse hem bebeğin hem de annenin ruhsal gelişimine yönelik bir dizi engel teşkil edecektir. Ruhsal gelişimin örgütleyicisi olan Oidipus engellenecek, Oidipus Ötesi (Antoedipe) çatışması, yani köklerin çatışması işler duruma sokulamayacaktır. Yazara göre Oidipus Ötesi Oidipus’un karşıtı değildir, hatta Oidipus öncesi de değildir. Oidipus Ötesini düzenleyen çatışma birincil anne ile narsisist birleşme güçleri ile ayrılığı ve özerkliği düzenleyen güçler (Racamier, 1995) arasında gerçekleşirken Oidipus çatışması çocuğun iki ebeveynine karşı genital cinsellik düzleminde gerçekleşmektedir. Oidipus’taki çatışmada çocuk iki ebeveynine karşı yönelir ve çatışma üç kişi içinde gerçekleşir; oysa Oidipus Ötesi’ndeki çatışmada anne ve çocuk sahne önündedir. Bu kavramlaştırmada söz konusu olan iki kişidir ama bu sayı, uç durumlarda, annenin yabancılaştırıcı arzusunun çocuğunkine hiç yer bırakmadığı zaman Bir’e de indirgenebilir. Oidipus’ta çocuğun içsel ve nesilsel çatışmaları ön plandayken, Oidipus Ötesinde “genitör babanın ikonası ve bir de üstüne önceki nesillerin emanetçisi” (Racamier, 1995, s. 44) olan Anne, Kökler çatışmasının aşılmasında başat bir önem taşıyacaktır. Anne ve çocuk için söz konusu olan, ama özellikle de Anne için söz konusu olan, kökensel yas’ın eşiğini aşabilmektir. Oidipus çatışmasında ortadaki koz cinsel kimlik etrafında iken, Oidipus Ötesi’nde ortadaki koz bireysel kimlik, köklere dayanan bir kimliktir.  Ruhsal yaşam bu iki karmaşık ve birbirini tamamlayıcı çatışmanın uyumu üzerinde kurulacaktır. Bu iki tür çatışmanın aşılmaması ensestsiye kapı açacaktır, ki bu da yazara göre ahlaki ensest’tir (Racamier, 1995, s. 72).

Okumaya devam et Xavier Dolan Sinemasında Ensestsi

Farklı Diller: Karmaşa mı, Mucize mi?

2. sayı psikanalizin dili.jpg

Farklı Diller: Karmaşa mı, Mucize mi?[1]

Melis Tanık Sivri

Güney Amerikalı psikanalist Pablo Jimenez (2005), “Dillerin karmaşası ile dillerin mucizesi arasında” başlıklı makalesinde Babil ve Pentekost mitlerinden bahseder. Babil mitinde farklı diller ve coğrafi uzaklık, kişilerin birbirleriyle iletişim kurmalarını engelleyen bir lanet olarak betimlenir. İnsanoğlunun tarih boyunca birlik arayışı çabalarının başarısızlığa uğrayışının hikâyesidir bu. Pentekost miti ise insanların birbirlerini anlamalarında farklı dil, ırk, kültür ve coğrafi kökenlerin engel teşkil etmediğini ve tarihin insanoğlunun birleşimi yönünde evrildiğini vurgular. Bu iki mit, bir uçta mutlak bir iletişim kopukluğunu, diğer uçta ise dil üstü mükemmel bir anlayışı temsil eden iki nokta olarak konumlanır. Jimenez’ e (2005) göre analiz çalışması “Babil ve Pentekost mitleri” arasında, yani ” dillerin karmaşasıyla dillerin mucizesi” arasında salınır.

            Psikanalizin gelişip yayılmasıyla, Uluslararası Psikanaliz Birliği (IPA) Doğu ve Batı’yı bir araya getiren çok dilli ve çok kültürlü bir yapı haline gelmiştir. Bu da akla şu soruyu getirir: Farklı diller ve coğrafi uzaklık söz konusu olduğunda psikanalitik düşüncenin sürekliliği nasıl sağlanır? Uluslararası Psikanaliz Dergisi Yıllıkları tam da bu ihtiyaca cevap veren bir proje olarak ortaya çıkmıştır. Bildiğiniz gibi, psikanaliz kuramı Freud’un otoanalizini ve analizanlarıyla gerçekleştirdiği psikanaliz deneyimlerini temel alır ve bu deneyimler arasında Anna O. gibi farklı dillerin konuşulduğu vakalar da mevcuttur  (Jimenez, 2005) ancak psikanalizin kurucu metinleri Almancadır (Quinodoz, 2012). Bu nedenle, 1920 yılında Ernest Jones, psikanalizin İngilizce konuşan meslektaşlara da ulaşması amacıyla Uluslararası Psikanaliz Dergisini (IJP) kurar ve IJP Britanya Psikanaliz Cemiyetinin temel yayın organı haline gelir (Quinodoz, 2012). 1980’lerde dergiye İngilizce dışında farklı dillerden metinlerin kabul edilmesi ve bunların İngilizceye çevrilmesinin finanse edilişiyle IJP uluslararası bir nitelik kazanır. 2003 yılında IJP’nin eş-editörleri olan Paul Williams ve Glen Gabbard, yazarların çeşitliliğinin dergiyi uluslararası bir platforma taşıdığını, ama bu durumun okuyucular açısından geçerli olmadığını fark ederler. Okuyucu kitlesini dünyanın farklı bölgelerini de içine alacak şekilde genişletmek amacıyla derginin içeriklerinin İngilizce dışında başka dillere çevrilmesi gündeme gelir. Bunun üzerine, o zamanlar IJP Avrupa editörü olan İsviçreli psikanalist Jean-Michel Quinodoz Yıllıklar projesini Fransızcayla hayata geçirir  ve Avrupa Yıllıkları Baş Editörü olur. Fransızca Yılllığı, Almanca, İtalyanca, Portekizce, Türkçe, Rusça, Yunanca, Romence ve Çince Yıllıklar izler. 2016 yılından bu yana Avrupa Yıllıkları Baş Editörlüğünü , Uluslararası Psikanaliz Yıllığının (UPY) eski editörü, Yayın Kurulu üyemiz Nilüfer Erdem sürdürmektedir.

Okumaya devam et Farklı Diller: Karmaşa mı, Mucize mi?

Psikanalizin Terapötik Etkisi Üzerine-II

Hans.Loewald

Psikanalizin Terapötik Etkisi Üzerine-II[1]

 

Hans W. Loewald

II

Psikanalitik kuram içinde yapısal bakış açısının detaylandırılması ruhsal aygıta ilişkin farklı yapıları birbirinden ayrı tutma tehlikesini oluşturmaktadır. Günümüzde benlik dış gerçekliğe ait ve dış gerçeklikle birlikte işlev gören bir yapı gibi görülmekte iken, içgüdüsel dürtüler ve altbenliğe ait alan ise dış dünya ile sanki ilişkisizdir. Freud’un arkeoloji benzetmesini düşünecek olursak kazının daha derindeki bir katmanı ile onun dışarıdaki çevresi yadsınmıştır çünkü bu daha derindeki katmanlar güncel çevre ile işlevsel bir ilişki içinde değildir. Sanki daha derin, erken döneme ait katmanların mimari yapıları, güncel mimari yapıların (daha üst düzey, daha sonradan oluşmuş) ve içinde yaşadığımız ve tanık olduğumuz dış çevrenin işlevsel olarak birbiriyle bağlantılı olmasının tersine tamamen “içsel” süreçlere bağlıdır. Oysa ki, altbenlik, yani arkeolojik analojiye göre en derindeki katman, tıpkı benliğin daha “güncel” dış gerçeklikle bütünleşmesi gibi bağlantılı olduğu “erken” dışsal çevre ile ilişkidedir. Altbenlik de en az benlik kadar “uyum”la ilgili bir yapıdır ancak örgütlenme düzeyi çok farklıdır.

Daha önceden, ruhsal aygıtı kendi içinde kapalı bir sistem olarak adlandırmış ve  bu bakışı analistin nötralitesi ve ayna olarak işlev görmesi üzerine olan geleneksel eğilim ile ilişkilendirmiştim. Şimdi bu bağlamda, psikanalitik kuram içinde de belirtildiği üzere, içgüdüsel dürtüler ve özellikle onların nesnelerle ilişkileri konusunda bir tartışmaya giriş yapacağım. Freud’un “Dürtüler ve Uğradıkları Değişiklikler” makalesinin dürtülerle ilgili tartışmasının giriş bölümünden bir alıntı ile başlayacağım. Orada şöyle der: “Bir bilimsel etkinliğin gerçek başlangıcı (…) bir görüngünün tanımlanması, ardından gruplandırılması, sınıflandırılması ve ilişkilendirilmesini içerir. Tanımlama aşamasında bile elimizdeki materyale çeşitli soyut fikirleri, şüphesiz sadece yeni gözlemlerin sonucu olmayan başka yerlerden de gelen fikirleri, uyarlamak kaçınılmazdır. Daha sonra bilimin temel kavramlarını oluşturacak bu tür fikirler materyalin üzerinden geçildikçe daha da vazgeçilmez olurlar. Başlangıçta mutlaka bir derece belirsizlik içermeleri gerekir; şüphesiz ki içerikleri net olarak sınırlandırılmamalıdır. Bu şekilde kaldığı sürece onların anlamlarına ilişkin bir kavrayışa yani nereden kaynaklanmış görünüyor ve nereye yöneliyor konusuna, gözlem materyaline tekrar tekrar başvurarak ulaşabiliriz. Bu nedenle, doğrusunu söylemek gerekirse onlar daha geleneksel doğadadır; her ne kadar, her şey, isteğe bağlı seçilmemiş fakat ampirik materyal ile belirgin ilişkilere –net bir biçimde tanıyıp ispat edebilmemizden önce hissedebildiğimiz ilişkilere- sahip olmalarına bağlı olsa da. Ancak gözlem alanında daha ayrıntılı bir araştırma yaptığımızda temel bilimsel kavramları artan bir duyarlılıkla formüle edebiliriz ve ileriye dönük onların geniş bir alanda kullanılabilir ve tutarlı olmaları yönünde dönüştürebiliriz. İşte o zaman onları çeşitli tanımlarla sınırlandırma zamanı gelmiş olabilir. Yine de, bilgideki ilerleme, tanımlamalarda bile herhangi bir katılığa izin vermez. Fizik, tanımlamalar şeklinde oluşturulan “temel kavramların” bile içeriklerindeki sürekli değişimi göstermek için çok iyi bir örnek oluşturur.” Freud, dürtü (Trieb) kavramının da “geleneksel fakat bir o kadar da tam olarak anlaşılması zor olan” böyle temel bir kavram olduğundan ve bu nedenle içeriğinde çeşitli değişimlere açık olduğundan bahsederek devam eder (Freud, 1915a, s. 117-118) (italikler bana ait).

Okumaya devam et Psikanalizin Terapötik Etkisi Üzerine-II