Psikanalizin Terapötik Etkisi Üzerine-II

Hans.Loewald

Psikanalizin Terapötik Etkisi Üzerine-II[1]

 

Hans W. Loewald

II

Psikanalitik kuram içinde yapısal bakış açısının detaylandırılması ruhsal aygıta ilişkin farklı yapıları birbirinden ayrı tutma tehlikesini oluşturmaktadır. Günümüzde benlik dış gerçekliğe ait ve dış gerçeklikle birlikte işlev gören bir yapı gibi görülmekte iken, içgüdüsel dürtüler ve altbenliğe ait alan ise dış dünya ile sanki ilişkisizdir. Freud’un arkeoloji benzetmesini düşünecek olursak kazının daha derindeki bir katmanı ile onun dışarıdaki çevresi yadsınmıştır çünkü bu daha derindeki katmanlar güncel çevre ile işlevsel bir ilişki içinde değildir. Sanki daha derin, erken döneme ait katmanların mimari yapıları, güncel mimari yapıların (daha üst düzey, daha sonradan oluşmuş) ve içinde yaşadığımız ve tanık olduğumuz dış çevrenin işlevsel olarak birbiriyle bağlantılı olmasının tersine tamamen “içsel” süreçlere bağlıdır. Oysa ki, altbenlik, yani arkeolojik analojiye göre en derindeki katman, tıpkı benliğin daha “güncel” dış gerçeklikle bütünleşmesi gibi bağlantılı olduğu “erken” dışsal çevre ile ilişkidedir. Altbenlik de en az benlik kadar “uyum”la ilgili bir yapıdır ancak örgütlenme düzeyi çok farklıdır.

Daha önceden, ruhsal aygıtı kendi içinde kapalı bir sistem olarak adlandırmış ve  bu bakışı analistin nötralitesi ve ayna olarak işlev görmesi üzerine olan geleneksel eğilim ile ilişkilendirmiştim. Şimdi bu bağlamda, psikanalitik kuram içinde de belirtildiği üzere, içgüdüsel dürtüler ve özellikle onların nesnelerle ilişkileri konusunda bir tartışmaya giriş yapacağım. Freud’un “Dürtüler ve Uğradıkları Değişiklikler” makalesinin dürtülerle ilgili tartışmasının giriş bölümünden bir alıntı ile başlayacağım. Orada şöyle der: “Bir bilimsel etkinliğin gerçek başlangıcı (…) bir görüngünün tanımlanması, ardından gruplandırılması, sınıflandırılması ve ilişkilendirilmesini içerir. Tanımlama aşamasında bile elimizdeki materyale çeşitli soyut fikirleri, şüphesiz sadece yeni gözlemlerin sonucu olmayan başka yerlerden de gelen fikirleri, uyarlamak kaçınılmazdır. Daha sonra bilimin temel kavramlarını oluşturacak bu tür fikirler materyalin üzerinden geçildikçe daha da vazgeçilmez olurlar. Başlangıçta mutlaka bir derece belirsizlik içermeleri gerekir; şüphesiz ki içerikleri net olarak sınırlandırılmamalıdır. Bu şekilde kaldığı sürece onların anlamlarına ilişkin bir kavrayışa yani nereden kaynaklanmış görünüyor ve nereye yöneliyor konusuna, gözlem materyaline tekrar tekrar başvurarak ulaşabiliriz. Bu nedenle, doğrusunu söylemek gerekirse onlar daha geleneksel doğadadır; her ne kadar, her şey, isteğe bağlı seçilmemiş fakat ampirik materyal ile belirgin ilişkilere –net bir biçimde tanıyıp ispat edebilmemizden önce hissedebildiğimiz ilişkilere- sahip olmalarına bağlı olsa da. Ancak gözlem alanında daha ayrıntılı bir araştırma yaptığımızda temel bilimsel kavramları artan bir duyarlılıkla formüle edebiliriz ve ileriye dönük onların geniş bir alanda kullanılabilir ve tutarlı olmaları yönünde dönüştürebiliriz. İşte o zaman onları çeşitli tanımlarla sınırlandırma zamanı gelmiş olabilir. Yine de, bilgideki ilerleme, tanımlamalarda bile herhangi bir katılığa izin vermez. Fizik, tanımlamalar şeklinde oluşturulan “temel kavramların” bile içeriklerindeki sürekli değişimi göstermek için çok iyi bir örnek oluşturur.” Freud, dürtü (Trieb) kavramının da “geleneksel fakat bir o kadar da tam olarak anlaşılması zor olan” böyle temel bir kavram olduğundan ve bu nedenle içeriğinde çeşitli değişimlere açık olduğundan bahsederek devam eder (Freud, 1915a, s. 117-118) (italikler bana ait).

Aynı metinde Freud dürtüyü dışarıdan gelmeyip “organizmanın içinden kaynaklanan” bir uyaran olarak adlandırır. Dürtüsel uyaran için daha iyi bir kavramın “gereksinim” olduğunu ve böyle bir “uyaranın iç dünyanın işaretlerinden biri olduğunu” söyler. Freud burada dürtülerden bahsederken açık ve net bir şekilde bir temel çıkarıma vurgu yapar; dürtü kavramını biyolojik bir önerme formunda ifade eder. Bu varsayım “şöyle işler: sinir sisteminin kendisine ulaşan uyarandan kurtulma ya da onu en aza indirgeme işlevi vardır.” Dürtü sinir sistemine erişen, içeriden gelen bir uyarandır. İçgüdü organizmanın içinden doğan bir uyaran olduğu ve “sürekliliği olan sabit bir güç olarak” hareket ettiği için, sinir sistemini uyaranı uzak tutmak yönündeki ideal amacından vazgeçmek” zorunda bırakır ve “uyarımın içsel kaynağını doyuma ulaştırmak için beraberinde değişen dış dünya ile ilişkili etkinlikleri üstlenmesi” yönünde mecbur bırakır (1915a, s. 118-20).

Dürtü, sinir aygıtına (nervous apparatus) erişen içsel bir uyarımdır; dürtünün nesnesi “dürtünün doğrudan ya da üzerinden giderek amacına ulaşmasına yarayan şeydir,” buradaki amaç doyumdur. Dürtünün nesnesi daha sonra “bir dürtü hakkında en fazla değişkenlik gösteren şey”, “onunla orijinal olarak bağlantılı olmayan” ve “doyumu olası kılmak yönünde bilhassa uygun olması sonucu ona atanmış” olarak tanımlanmıştır (1915a, s. 122). Burada içgüdüsel dürtülerin intrapsişik olarak algılandığını ve orijinal olarak nesnelerle ilişkili olmadığını görüyoruz.

Sonraki yazılarında Freud, bu konumdan yavaş yavaş uzaklaşır. Dürtüler artık sinir aygıtında refleks arkının şemasıyla uyum içinde algılanan bir (içsel) uyarım olarak değil, Haz İlkesinin Ötesinde’de belirttiği üzere “yaşayan varlığın dışsal bozucu güçlerin baskısı altında terk etmeye zorlandığı erken dönemdeki yapıları yeniden yapılandırmayı hedefleyen organik yaşama özgü bir itki” olarak adlandırılmıştır (1920, s. 36). Burada dürtüyü tanımlarken kullandığı terimler daha öncesinde sinir aygıtının işlevini tanımlarken kullandığı terimlere denktir. Sinir aygıtı “dışarıdan gelen rahatsız edici güçlerle” etkileşimdeki “yaşayan varlık”tır. Dürtü artık intrapsişik bir uyaran değildir, sinir aygıtının çevreyle ilişkisindeki itkiye (urge) dair bir işlevin ifadesidir. Özellikle libido (cinsel dürtüler, Eros) düşünüldüğünde dürtülerin nesnelerle yakın ve esas ilişkisine, “Kaygı Sorunu”nda  daha net bir şekilde ve nihayet Bir Psikanaliz Taslağı’nda (An Outline of Psycho-analysis) değinilmiştir: “(…) bu temel dürtülerin ilkinin [Eros] amacı daha büyük bütünlükler inşa etmek ve onları sürdürmektir, yani kısacası bir araya bağlamaktır.” Burada önemli olan, sadece nesnelerle ilişkilenmenin örtük olması değildir, aynı zamanda Eros dürtüsünün amacının içeriğinden bağımsız bir biçimde “doyuma ulaşmak” veya uyaranı feshetmek anlamında bir doyum olarak formüle edilmemiş olmasıdır; daha ziyade amaç açıkça bütünleştirme yönündedir. Amacı “bir araya getirmedir.” Freud, “dürtülerin daha erken [cansız] konumlara dönme eğilimi” şeklindeki daha erken formülünü yıkıcı dürtüye ya da ölüm dürtüsüne uyarlamayı mümkün görürken “bu formülü Eros (aşk dürtüsüne) uyarlayamamaktayız” der (1940, s. 6).

Bu nedenle, aslında, Dürtü kavramının içeriği Freud’un “Dürtüler ve Uğradıkları Değişiklikler” makalesini yazmasından bu yana değişmiştir. Daha sonraki yazılarında, kendi içinde kapalı bir sistem olan refleks-ark şemasını başlangıç noktası ve bir model olarak almamış ve düşüncelerini daha geniş, daha modern biyolojik çerçevesi olan bir yapıya oturtmuştur. Son alıntıdan da anlaşılacağı üzere, bir araya getirerek sentezleme işlevini yapan yalnızca benlik değildir. İki temel dürtüden biri olan Eros’un kendisi bütünleştirici bir güçtür. Bu da onun “Narsisizm Üzerine: Bir Giriş” adlı eserinde belirttiği birincil narsisizm kavramı ile uyumludur. Daha sonra, nesnelerin, gerçeklikte, orijinal olarak libido ile bağlantıdan uzak olmadığı, “iç” ve “dış” dünyanın birincil narsisistik kimliğinden aşamalı olarak ayrıştığı (benim “Benlik ve Gerçeklik” (Loewald, 1951) üzerine olan yazıma bakınız)  “Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları” adlı yazısında daha detaylı değerlendirmiştir.

Eros kavramıyla Freud, içgüdüsel dürtüler ile benlik arasındaki karşıtlıktan uzaklaşmıştır. İçgüdüsel dürtülerin benlik örgütlenmesi tarafından şekillendirildiği, yönlendirildiği, odaklanıldığı, ehlileştirildiği, dönüştürüldüğü ve yüceltildiği bir bakışı benimsemiştir. Benlik örgütlenmesi, altbenlik olarak adlandırılan dürtü örgütlenmesinden çok daha karmaşıktır ve keskince detaylandırılmış ve ifade edilmiştir. Fakat benlik karşıt olmaktan çok, dürtü örgütlenmesinin doğasında var olan eğilimleri devam ettiren bir örgütlenmedir. Eros kavramı, tek bir kavram içerisinde, ruhsal aygıtın iki temel eğilimden veya “amacından”birini içerir

Bu bakış açısıyla içgüdüsel dürtüler de benlik gibi birincil olarak “nesnelerle” ve “dış dünya” ile ilgilidir. Bu “nesnelerin” ve dış dünyanın örgütlenmesi, benlik örgütlenmesi düzeyindense dürtü örgütlenmesi düzeyine karşılık gelir. Başka bir deyişle, içgüdüsel dürtüler dış çevreyi örgütler ve onun tarafından örgütlenir. Buradaki, “iç ve dış dünya”nın kaçınılmaz olarak birbiriyle bağlantılı olmasını yapılandıran, birbirini örgütleme üzerinden giden örgütlemenin karşılıklılığıdır. Birincil ve ikincil süreçlerden yalnızca ruhsal aygıt bağlamında değil, psikolojik yapısı düşünüldüğünde dış dünya bağlamında da bahsetmek yerine olacaktır. İki örgütlenme düzeyi arasındaki niteliksel farkı terminolojik düzeyde gösterecek olursak, çevre dürtülerle ilişkilidir ve gerçeklik de benlik ile ilişkilidir. İçgüdüsel dürtüler kökensel olarak nesnelerle bağlantılı görülmeyebilir. Bu yalnızca dünyanın “kökensel” olarak nesnelerin ayrışmış olduğu bir ilkel ruhsal aygıt tarafından örgütlenmediğini düşündüğümüzde böyledir. Bu “ayrışmamış düzeyden” kısmi nesneler ya da nesne çekirdekleri ortaya çıkar. Nesne dünyasının bu ön-safhaları için daha uygun bir terim “şekiller” olabilir: nesne-parçalarını çağrıştırmayan, belirsiz kurulumları olan, akışkan örgütlenmeler.

Dürtü kuramının bazı sorunlarına yapmış olduğum gezintinin amacı psikanalitik kuram içindeki nesne ilişkileri meselesinin, dürtü kavramının ruhsal aygıtı farklı şekillerde de olsa etkileyen içsel ve dışsal uyaranları birbirinin karşıtı olarak konumlandırdığı formülasyonundan dolayı uğradığı mağduriyeti göstermektir. İç ya da dış uyaran, ya da daha fazla soyutlayacak olursak iç ya da dış dünya, kökensel olarak birbiriyle ilişkisiz hatta birbirine zıt görülür, fakat sinir aygıtı ile ilişkisinde sanki ona paralel uzanmaktadır. Gördüğümüz kadarıyla, Freud genel düşünme biçimi ve bir çok formülasyonunda bu çerçeveden uzaklaşırken, benlik psikolojisi dışında kalan psikanalitik kuram bu yapının hükmünde kalmıştır. Benlik psikolojisinin gelişimi, ne yazık ki dürtü kuramından görece uzak, yalıtılmış bir yerde gerçekleşmiştir. İçgüdüsel dürtülerle ilgili kavrayışımızın ilerlemiş olduğu da doğrudur. Bununla birlikte (bütünleşme ve ayrışma gibi parçaları olan) örgütlenme gibi oldukça verimli bir kavramın içgüdüsel dürtüleri anlayışımıza yeterince ve belki de hiç uyarlanmamıştır ve dürtü kuramı (modern psikolojik ve biyolojik düşüncenin uzağında kalan ve daha mekanik bir çerçeve sunan) antika uyaran-refleks-ark kavramsal modelinin himayesinde kalmıştır. Freud’un “Dürtüler ve Uğradıkları Değişiklikler”de (1915a, s. 118) belirttiği gibi refleks-ark şeması bize fizyolojiden gelmiştir. Ancak bu fizyoloji on dokuzuncu yüzyılın mekanik fizyolojisidir. Benlik psikolojisinin gelişimi Freud’un Haz İlkesinin Ötesinde makalesindeki biyoloji ile ilgili düşüncelerinde belirttiği gibi tamamen farklı bir iklimde olmuştur. Benlik dış dünyaya uyuma, bütünleşmeye ve ayrışmaya yönelik bir araç olarak görülürken içgüdüsel dürtüler uyaran refleks fizyolojisinin alanında kalmıştır. Bu ve özellikle sinir aygıtı üzerinde etkisi olan bir “içsel” uyaran olarak dürtü kavramı libidinal gelişimde nesnelerin rolünü göz önünde bulunduran formülasyonları etkilemiştir ve buna bağlı olarak, psikanalitik sağaltımda hasta ve analist arasındaki nesne ilişkisi kavrayışını da yozlaştırmıştır.[2]

Analitik durum ve analizdeki terapötik süreçle ilgili tartışmaya dönecek olursak erken dönem gelişim basamaklarında olan etkileşimlerin dinamiklerine daha derinlemesine  bakmak faydalı olacaktır. Anne bebeğin gereksinimlerini anlar ve doyurur. Başlangıçta bir gereksinimin tanınması ve doyurulması bebeğin yapabileceklerinin ötesindedir. Annenin bebeğin gereksinimlerini anlaması bebeğin henüz ayrışmamış dürtülerini bir arada tutma işlevi görür ve bu dürtülerin anne tarafından tanınması ve doyurulması yönlendirilmiş bir dürtüye dair ilk örgütlemeyi oluşturur. “Bir Bilimsel Psikoloji Projesi” (1954) adlı yazısının “Doyum Deneyimi” adlı bölümündeki fevkalade bir paragrafta Freud bu kümelenmeyi ruhsal aygıtın daha ileri örgütlenmesi üzerindeki sonuçları ve iletişimin kökeni olması açısından taşıdığı önem bakımından tartışır. Bir gereksinimin tanınması ve doyurulması büyümekte olan bebek tarafından da aşamalı olarak fark edilebilir. Bu süreçler sıklıkla özdeşleşme ve içe atma başlıkları altında sınıflandırılmıştır. Onlara erişmek çevre yani burada anne tarafından gereksinimin tanınması ve karşılanması ile mümkün olur. Bu eylemler yalnızca bebeğin fiziksel olarak sağ kalımı için gerekli değildir, aynı zamanda psikolojik gelişim sürecinde bebeğin görece koordine edilmemiş/düzenlenmemiş dürtülerini örgütler. Karmaşık dinamik kümelenmenin tümünde, anne tarafından bilinçdışı iletilse bile bebeğe verilmeyen hiç bir şeyin bebek tarafından da içe atılmaması karşılıklı yanıtlardan biridir. Bebeğin içe atımları ve özdeşleşmeleri için önkoşul annenin bakım veren eylemlerinin sağladığı yapının ve yönlendirmenin bir araya getirici aracılığıdır. Aracı çevre belirmekte olan psikofizyolojik varlık için bir yapı ve yönelim sağladıkça çevre de bu varlığın deneyimi üzerinden bir yapı ve deneyim kazanmaya başlar; çevre bebeğin deneyimi içinde “şekillenmeye” başlar. Böylece ruhsal aygıtın ve çevrenin örgütlenme sürecinde yansıtma kadar özdeşleşme ve içe atım da belirginleşmiş olur.

Şu formülasyona varırız: Ruhsal aygıtın örgütlenmesinde, doğumda ayırt edilen potansiyellerin ötesinde (ayrışmamış itkilerle Anlagen benlik özelliklerinin uzlaşımı ile) çevrenin, çocukluk çağı organizmasına göre daha üst düzey olan örgütlenmesinin aracı etkisinden faydalanılır. Tek ve aynı eylemle -bir solukta ve aynı meme emişte diyesim var- dürtünün yönelimi ve çevrenin şekillere veya yapılara örgütlenmesi başlar ve özdeşleşme, içe atma ve yansıtma gibi yöntemler üzerinden benlik örgütlenmesine ve nesne örgütlenmesine doğru ilerlerler. Ruhsal aygıtın gelişimi için çevrenin daha üst düzey bir örgütlenmesinin olması kaçınılmazdır ve erken aşamalarda etkin olarak bu evreye getirilir. Organizma ve çevre arasında böyle bir “ayırım” olmadan herhangi bir gelişim olmaz.

Kendine ilişkin kavrayışın artması aracılığıyla analistten yardım almaya gelen hasta, bu kavrayışa analistte bulduğu kavrayış üzerinden ulaşır. Analist, kavrayışın çeşitli düzeylerinde çalışır. Hastanın getirdiği bilinçli malzemeyi netleştirme düzeyinde kendi kavrayışını hastaya dillendirmek olsun, kavrayış amacını hastaya belirtmek veya tekrarlamak, takip edilecek prosedürleri yeniden özetlemek olsun sözel ya da sözel olmayan bilinçdışı malzemeyi yorumlamak ve özellikle aktarımı ya da direnci yorumlamak olsun, analist, hasta tarafından getirilen malzemeleri ve üretimleri yapılandırır ve dile döker veya bu yönde çalışır. Eğer bilinçdışı anlamın yorumu doğru zamanda yapılırsa, bu anlamı ifade eden sözcükler hasta tarafından deneyimini yansıttığı için anlaşılır olacaktır. Hasta için önceden daha az örgütlenmiş olanı örgütleyecek ve böylece ona “mesafe” alarak onu anlamasına, onu görmesine ve kelimelere dökmesine, bu sayede daha önce görünemez, anlaşılamaz, konuşulamaz, elle tutulamaz olanı “ele almasına” olanak tanıyacaktır. Hasta, hem kendisi hem de çevresi için daha üst düzey bir örgütlenmeye analistin sağladığı örgütlenme üzerinden ulaşır. Analist daha üst düzey bir örgütlenmenin temsilcisi olarak işlev görür ve bunu hastaya iletir, analistin kavrayışı örgütlenme gereksiniminin ne ve hangisi olduğu ile uyumludur.

Daha önce analizdeki bütünleyici deneyimler olarak adlandırdığım süreçlerden bahsediyorum. Bunlar etkileşime dayalı deneyimlerdir ve yapıları ve önemi açısından anne bebek arasındaki erken kavrayışlarla karşılaştırılabilir. Anne bebek ilişkisi ile ilgili kısım bir modeldir ve bu nedenle her zaman sınırlı değerdedir, ancak yararlılığı son zamanlarda çeşitli analistler tarafından (örneğin, René Spitz (1956)) vurgulanmıştır ve bütün imaları ve perspektifiyle klasik “ayna modeli”nden radikal bir biçimde ayrılmaktadır.

Analizdeki etkileşimler çok daha yüksek örgütlenme düzeylerinde gerçekleşir. İletişim ağırlıklı olarak (hem ikincil süreçlerin kullandığı hem de ikincil süreçleri kullanan) dil vasıtasıyla sürdürülür. Analitik etkileşimdeki doyum, yüceltilmiş bir doyumdur; analiz ilerledikçe, bu doyumun da derecesi artar. Burada doyumu, uyarılmanın ortadan kaldırılması veya azaltılmasıyla eski denge durumuna dönme olarak değil de, “uyaranları” soğurup bütünleştirerek daha üst denge düzeylerine erişme olarak anlamamız gerekir. Doğru, bu genellikle daha önceki bir seviyeye geçici olarak gerilemeyle mümkün hâle gelir ama bahsi geçen gerileme “benliğin (yani daha üst düzey bir örgütlenmenin) hizmetindedir”. Bu bağlamda doyum, iki “sistemde”, örgütlenmeleri farklı düzeyde olan iki ruhsal aygıtta yaratılan deneyim kimliğine bağlı birleştirici bir tecrübedir; dolayısıyla, gelişim potansiyeli barındırır. Mevzubahis kimliğe erişebilmek için bir ayrımı aşmak gerekir. Aslına bakarsanız, her tür doyum deneyiminde ve bütünleştirici deneyimde aşılması gereken birtakım ayrımlar vardır; hiçbirinde kimlik öyle “hazır verilmez”; yani, kimlik baştan mevcut değildir ve etkileşimlerle oluşur. Kimliğin hâlihazırda mevcut olduğu durumların yakın bir örneğini belki rahim içindeki yaşantıda ve giderek azalarak, doğumdan sonraki ilk aylarda ise anneyle bebek arasındaki sembiyotik ilişkide görürüz.

Analitik yorumlar, daha üst düzeydeki etkileşim seviyelerinde, benlikleri farklı örgütlenme düzeylerine sahip iki bireyin birbirlerini karşılıklı olarak tanımalarının deneyim kimliğinin yaratılmasındaki önemini gösterir. Bu tür etkileşimlerle edinilen içgörü, bütünleştirici bir deneyimdir. Yorum, daha önce bilinçdışında olan malzemeyi hastanın erişimine açan bir tanıma ve anlama hâline işaret eder. “Hastanın erişimine açan” derken, bu malzemenin analistin bazı ikincil süreçlerinin operasyonu vasıtasıyla ikincil süreçlerin seviyesine, yani önbilince taşınmasını kastediyorum. Dürtü örgütlenmesi düzeyine yakın veya bu düzeyde (birincil sürece ait) olup da önbilinç sisteminden soyutlanmış malzemeler ise analistin yorumlarıyla (ki bu, hastanın ikincil süreç örgütlenmesine aracılık eden bir ikincil süreç operasyonudur) önbilinç sistemi düzeyinde örgütlenmeye açık hâle getirilir. Bu aracılığın başarılı olup olmadığı, pek çok şeyin yanı sıra hastanın benliğinin benlik bütünleşmesinin ilk evrelerinde, hem analizin hem de hayatının daha önceki dönemlerinde, kazandığı örgütleme gücüne bağlıdır. Bu güç eksik olduğu oranda, analiz (dil vasıtasıyla kurulan iletişimin sağladığı örgütleyici etkileşim) koşulları da o denli elverişsiz hâle gelir.

Yorumun, birbirine sıkı sıkıya bağlı iki unsurdan oluştuğu söylenebilir. Yorum, nevrotik uzlaşıdansa gerçek gerilemeye doğru hastayla birlikte bir adım atar; böylelikle, savunma işlev ve yapılarının üstünü örtüp tanınmaz hâle getirdiği gerçek gerileme düzeyini hasta için netleştirir. İkincisi, tam da bunu yaparak, erişilmesi beklenen daha üst düzey bütünleşmeyi hastaya gösterir. Yorum bu sayede, bilinçdışı sistemlerle önbilinç sistemleri arasında daha serbest bir etkileşim yaşanmasını olası kılar: Önbilinç, bir zamanlar bastırma nedeniyle bilinçdışına kaptırdığı orijinalliğini ve canlılığını geri kazanır; bilinçdışı ise daha yüksek bir örgütlenme düzeyine doğru ilerleme kapasitesine tekrar kavuşur, bu yolda önündeki engeller kalkar. Freud’un metapsikoloji diliyle ifade edecek olursak: Bilinçdışı ile önbilinç arasında yer alan ve bilinçdışının arkaik yatırımları (tekrarlama zorlantısı) ile önbilincin savuşturucu anti-yatırımlarından oluşan bariyer, geçici olarak aşılır. Bu süreci, yukarıda bütünleştirici deneyim diye bahsettiğimiz şeyin, yani etkileşim sürecindeki bir ayrımın aşılmasının içselleştirilmiş bir versiyonu olarak görmek mümkündür.[3]

İçselleştirme zaten başlı başına etkileşime bağımlıdır ve yine analitik süreçte mümkün hâle getirilir. O hâlde, analitik süreç, hastayla analist arasında geçen bazı bütünleştirici deneyimleri, bu tür deneyimlerin içselleştirilmiş versiyonu (benliğin yeniden örgütlenmesi, “yapısal değişim”) için temel olarak alır.

Analist, yaptığı yorumlarla bilinçdışı malzemeyi hem kendisi hem de hastası için bütünleştirir zira, hep söylediğimiz üzere, kendi bilinçdışını bir araç olarak kullanarak hastanın bilinçdışıyla aynı frekansta olmak zorundadır ki örgütleyici yorumlara ulaşabilsin. Analistin bilinçdışı ile onun düşünce ve dil örgütlenmesi arasında, hasta için ve hastayla birlikte, serbestçe hareket etmesi gerekir. Eğer bu olmazsa (örneğin, teknik dile başvurulan pek çok durumda) dil, bilinçdışı malzemenin benlik örgütlenmesine geçmesine karşı bir savunma olarak kullanılır, benlik faaliyeti ise bütünleşme karşıtı bir savunma işlevi görür. Ruhsal aygıtı bilinçdışını daha üst düzey örgütlenmeye taşıyıp tamamlayıcı gerilemelere açık hâle getirmek yerine bilinçdışını dışarıda bırakmaya itmesi (örneğin bastırma ve yalıtım yoluyla), “güçlü” benliğin (savunmalar bakımından güçlü benliğin) zayıflığıdır.

Savunma işlevi görmediği zamanlarda, hasta, dili iletişim amacıyla kullanır; arzu ettiği bütünleşme deneyimini yaşamak için erişmesi gerektiği varsayılan veya gerçekten erişmesi gereken olgunluk düzeyindeki analiste dil vasıtasıyla ulaşmaya çalışır. Analitik hasta her ne kadar içsel yeniden-örgütlenmesini güçlendirme amacında olsa da, Freud’un “altbenlik neredeyse, benlik de oradadır” diye özetlediği süreç sayesinde mümkün hâle gelen bütünleştirici deneyimi içselleştirmek yerine analistle birincil sürece daha yakın düşen düzeylerde etkileşim kurarak,  yüceltilmemiş bir doyum elde ederek gelişmeye çalışmak onu her daim cezbeder. Analist, dil vasıtasıyla kurduğu iletişimde o güne dek daha alt düzeylerde örgütlenmiş olan malzemenin daha üst düzeylere çıkarılması yolunda hastaya aracılık eder. Bu, ancak şu iki koşulun sağlanması hâlinde mümkündür: (i) hasta, analitik durumda dirençle kendini gösteren dış gerçekliği veya ruhsal gerçekliği savunmacı biçimde savuşturmak yerine, analiste karşı yeterince güçlü bir “pozitif aktarım” geliştirerek kendisine ve dünyaya ilişkin bütünleştirici bir çalışma yapmaya yeniden açık hâle gelir; (ii) analist, hastanın verdiği ürünlerle aynı frekansta olmalıdır; yani, hastanın takılıp kaldığı örgütlenme düzeyine kendi içinde gerileyebilmeli, böylelikle savunma ve dirençleri analiz ederek hastanın bu gerilemeyi fark etmesini sağlamalıdır. Nevrozdaki uzlaşılar bu farkındalığı engeller. Onları bilinçdışının zaptı altına alarak veya önbilince eklemleyerek dağıtmak, farkındalığı tekrar mümkün kılar. Yorum, hem bilinçdışı deneyimi hem de o deneyimin daha üst düzey örgütlenmesini hastaya açar: Yorum eylemi, bilinçdışı ile önbilinci bir araya getirir. İyi giden bir analizde hasta bu birleştirmeyi giderek kendi kendine yapabilir hâle gelir.

Dil, analizdeki en özgül işlevi (yorum) itibariyle, şiiri andıran yaratıcı bir eylemdir; şiirde de, eskiden bilinmeyen veya dile getirilemeyen olgulara, bağlamlara, bağlantılara ve deneyimlere karşılık bir dil bulunur. O güne dek bilinmeyen ilkeler, bağlamlar ve bağlantılar doğrultusunda malzemeler tekrar düzenlendiğinde, yeni olgu ve deneyimler kişinin erişimine açılır.

Normalde, yüksek yüceltme düzeylerinde örgütlenmiş olan malzemeye “verili gerçek” muamelesi yaparız. Analizde, örgütleyici sürecin hastaya da açık hâle gelebilmesi amacıyla analistin bu tür bir gerçeklik düzeyine yol açan örgütlenme basamaklarının izini sürmesi gerekir. İşte benliğin (yeniden örgütlenmenin) hizmetinde gerileme budur; bu, hem analistte hem de hastada dirençle karşılanan bir gerilemedir. Bilinçdışının nispeten örgütlenmemiş gücüne karşı çoğu zaman gerekli bir savunma olarak, yolda kaybolur da yüksek örgütlenmeye geri dönemezsek korkusuyla, yüksek örgütlenme düzeylerini otomatikleştirip gerilemeye direnme eğilimindeyizdir. Geçmişi tekrar yaşama korkusu, hem eriştiğimiz düzlükten gerisin geri yuvarlanmaya dair bir korkudur hem de, gerek tekrardan bütünleştirilebilmesi için ruhsal “çalışma” gerektiren eski ve daha sallantılı örgütlenme düzeyleri gerekse içerik bakımından daha kaotik bir geçmişin korkusudur.

Yeni bütünleştirici görevler kadar edinilenleri kaybetme riskine de gebe olan gelecekten duyulan korku da bununla ilişkilidir. Analizde bu tür gelecek korkularını, hastanın gerilemiş ama nispeten güvenli görülen düzeylere savunmacı bir biçimde yapışıp kalmasından anlarız.

Hasta, savunmaların analizi yardımıyla eriştiği gerçek gerileme düzeyinde savunmalara başvurmadan konuşabilir hâle geldiğinde, deneyimini dile dökmesi itibariyle bizzat kendisi dili yaratıcı biçimde kullanmaya, yani içgörü yaratmaya başlar. Hasta, analistle konuşarak, benlik-gerçeklik örgütlenmesinin daha üst düzeylerini temsil eden analiste erişmeye çalışır. Dolayısıyla, hastanın burada böyle bir temsil görevi olan analistle kurduğu dil iletişimi sürecinde kendisi için içgörü yarattığı söylenebilir. Bu tür bir iletişimin hasta açısından mümkün olması için, analistin kendi kurduğu iletişim vasıtasıyla hastaya kendisini daha olgun, hastanın deneyimlediklerini ve bunları nasıl deneyimlediğini hastayla birlikte hissedebilen, bunu hastaya ifade ettiğinden daha fazlasıyla anlayabilen biri olarak yansıtması gerekir. Burada analistin temsil ve aracılık ettiği “dış gerçekliğin” bireye sunabileceği, bireyin de ihtiyaç duyduğu şey tam da bu (içerik olarak değilse de örgütlenme ve önem bakımından) “daha fazlası” meselesidir. Kendi üstüne düşeni yaptığında,  analist “benlik hizmetinde gerilemenin” katarsis etkisini deneyimler ve bir miktar otoanaliz ve tekrar analiz yapar (Lucia Tower (1956) ile karşılaştırın). Freud, hastaları analiz etmesiyle kendi otoanalizinin de ilerlediğini ve bu tür çalışmalardan gerekli ruhsal mesafeyi almak için bunun gerekli olduğunu söylemiştir (1954, s. 234).

Analistin o an olduğundan daha fazlası olarak gördüğü hasta, analistle kurduğu iletişimde bu “daha fazlası”na erişmeye çalışabilir, ki bu da gerçekliği olan yeni bir kimlik oluşturmaya varabilir. Bazı hastalar, çeşitli ölçülerde, dirençlerine rağmen ve dirençleri üstünden, bu bütünleyici deneyimi yaşamak için çabalarlar. Bazıları ise bu çabayı tümgüçlü, büyüsel özdeşleşme düzeyinin üstünde bırakmıştır, hâliyle analitik sürece daha kapalıdırlar. Hastanın hareket kabiliyetine ve bütünleştirici mekanizmalarının potansiyel gücüne göre,  terapistin hastayla kurduğu iletişimde ona olgun bir nesne olarak kendisinin erişimine açık olduğunu ve kendi bütünleştirici süreçlerini iletirken bir miktar açık ve “ilkel” davranması gerekebilir. Hasta ile terapist arasındaki, büyük oranda dil iletişimi düzeyinde gerçekleştirilen bu tür bir düzenlemeye, yeniden yapılandırmaya analiz diyoruz. Dilin “nesnelerle” anlamlı ve tutarlı bir iletişim kurmayı sağlayan bir araç olarak gelişmesi muhtemelen, en azından ilk tahmin itibariyle, çocuğun Oidipal psikoseksüel gelişim evresine varmasıyla alakalıdır. Dilin gelişimi, benlik ve nesnelerin oluşumu ve Oidipal psikoseksüel gelişim evresi arasındaki bağlantılar hâlâ keşfedilmeyi beklemektedir. Eğer bu tür bağlantılar sahiden de varsa, ki ben olduğuna inanıyorum, o hâlde (tam manasıyla) analizi daha ilkel bütünleştirici etkileşim yöntemlerinden ayrıştırmak salt keyfi bir iş değildir. Gelgelelim, çok katı sınırlar koymak da gelişimin karmaşık yanlarını, ruhsal aygıtın dinamiklerini ret veya inkâr etmek olacaktır.

IV

Bu makalenin kapanış kısmında aktarım kavramının ve fenomeninin bazı yanlarını yeniden inceleyerek psikanalizin terapötik eylem kuramına ışık tutmayı amaçlıyorum. Modern psikanalitik düşüncedeki aktarımı çok spesifik ve kısıtlı bir anlamla sınırlandırma eğiliminin aksine, ben burada aktarım kavramının barındırdığı birbiriyle ilişkili fenomenlerin ve zihinsel mekanizmaların sağladığı orijinal zenginliği yeniden tesis etmeye ve aradaki bu tür bağlantıları netleştirmeye çalışacağım.

Freud, aktarım nevrozunu narsisist nevrozlara kıyasla anlatırken aktarım terimi iki anlamda kullanılır: (i) aktarım nevrozlarında “benlik”te bulunan libidonun nesnelere aktarılması, narsisist nevrozlarda ise libidonun ya içeride kalması ya da “benliğe” geri alınması, nesnelere “aktarılmaması”. Bu bakımdan aktarım, nesne yatırımı ile hemen hemen eşanlamlıdır. Aktarımla ilgili önemli bir eski makaleden alıntı yapacak olursak: “İlk sevme ve nefret, otoerotik hoş ve nahoş duyguların bu duyguları uyandıran nesnelere aktarılmasıdır. İlk ‘nesne sevgisi’ ve ilk ‘nesne nefreti’, bir bakıma, ilk aktarımlardır…” (Ferenczi, 1950); (ii) Aktarımın, aktarım nevrozlarını narsisist nevrozlardan ayırırken ortaya çıkan ikinci anlamı, çocuksu nesnelerle kurulan ilişkilerin daha sonraki nesnelere, özellikle de analitik durumdaki analiste aktarılmasıdır.

Kavramın bu ikinci anlamı günümüzde öyle sık kullanılmaktadır ki bazen diğer anlamlar tamamen dışlanmaktadır. Aktarım konusunda yakın dönemde yazılmış iki temsili makaleden alıntılar yapacağım. Waelder, Cenevre Kongresi’nde sunduğu “Introduction to the Discussion on Problems of Transference” (1956) [Aktarım Sorunlarında Tartışmaya Giriş] başlıklı makalesinde şöyle der: “Aktarımın, hastanın çocukluğuna ait durum ve düşlemleri analitik durumda ve analistle ilişkisinde canlandırma, yeniden sahneye koyma teşebbüsü olduğu söylenebilir.” Hoffer ise yine aynı kongrede sunduğu makalesi “Transference and Transference Neurosis”de (1956) [Aktarım ve Aktarım Nevrozu] şunları yazmıştır: “‘Aktarım’ terimi, insanların herhangi bir nesne ilişkisine girerken (…) nesnelerine geçmişteki çocukluk deneyimlerinde karşılaştırdıkları imgeleri aktarmasına ilişkin genel anlamda kabul gören bir duruma istinaden kullanılır. Dolayısıyla, çocukluğumuzun yaşamımızın genelinde sahip olduğu etkinin bir boyutuna dikkat çeken ‘aktarım’ terimi, insanların gerçek veya hayali, olumlu, olumsuz veya ikircikli nesnelere temas ettiğinde geçmişlerindeki önemli deneyimlerin anılarını ‘aktardığı’ ve böylelikle nesnelerinin gerçekliğini değiştirdiği, onlara geçmişten özellikler yüklediği yönündeki gözlemlere işaret eder… ”

Demek ki aktarım nevrozlarının özelliği libidonun narsisist durumlardaki gibi “benliğe” yapışmaktansa dış nesnelere aktarılması ve, ikinci olarak, başlangıçta çocuksu nesnelerle ilişkili olan libidinal yatırımın (ve buna yönelik savunmaların) çağdaş nesnelere aktarılmasıdır.

Narsisist nevrozdan bu şekilde ayrılan aktarım nevrozu, nozolojik bir terimdir. Bir yandan da, “aktarım nevrozu” tabiri teknik anlamda, çocuksu nevrozun analitik durumda yeniden canlanmasına karşılık olarak kullanılır. Terimin bu anlamında vurgu, aktarımın ikinci anlamındadır zira çocuksu nevrozun uyanması çocuksu nesnelerle ilişkilerin güncel nesneye, yani analiste aktarılmasından kaynaklanır. Öte yandan, çocuksu nesnelere yönelik libidinal bağların çağdaş nesnelere aktarılması ancak libidonun çocukluktaki (dış) nesnelere aktarılması hâlinde mümkündür. Bu nedenle, aktarımın ilk anlamı aslında aktarım nevrozu kavramında örtük biçimde mevcuttur.

Eskiden, narsisist libido yatırımı nedeniyle narsisist nevrozlara psikanalitik tedavide erişilemeyeceği düşünülüyordu. Psikanalizin yalnızca analistle “aktarım ilişkisi” kurulabilen durumlarda; yani, duygusal gelişimin dış nesnelere ciddi miktarda libido aktarımı yapacak noktaya eriştiği bozukluklarda mümkün olduğu görüşü hâkimdi. Şimdi ise, aktarım yapabilen şizofrenleri düşündüğümüzde bizde şu iki kanaat uyanır: (i)  “nesnelerle”, yani bu nesnelerin Oidipal nesnelerden daha az “nesnel” olan (narsisist libido ve nesne libidosu, benlik ve nesneler henüz tam olarak ayrışmamıştır; bu da tam anlamıyla birincil narsisizm kavramını işaret etmektedir), ön evreleriyle bir şekilde ilişki kurmaktadırlar; ve (ii) şizofrenler bu erken tip ilişkilenmeyi güncel “nesnelerle” kurdukları ilişkiye yansıtırlar, böylece nesneler daha az nesnel bir hâl alır. Eğer benlik ve nesneler birbirinden net biçimde ayrışmayacak olursa, eğer benlik ve nesne sınırları net olarak çizilmezse, aktarımın karakteri de farklı olur; benlik ve nesneler bütünleşik kaldığı müddetçe, nesneler (“farklı nesneler”), özellikle de eskiler ve güncel olanlar, birbirinden ayrıştırılamaz. Aktarım ise çok daha ilkel ve “devasadır.” Bu nedenle, çocuk analizine istinaden, gizil dönemden önce yetişkin nevrotikte görülen türden bir aktarımdan herhangi bir düzeyde söz edilip edilemeyeceği sorgulanmıştır. Bu kadar ilkel bir aktarım biçiminin kavramsallaştırması, libidonun nesnelerden benliğe doğru geri çekilmesi fikrinde işaret edildiği üzere benlik ile nesnelerin ilişkisizliği varsayımından taban tabana farklıdır.

Narsisist duygulanımlarla ilgili görüşlerimizin bu bağlamda, şizofrenlerle klinik deneyimimiz ve erken benlik gelişimine dair daha derin kavrayışımız doğrultusunda değişmesi itibariyle aktarım kavramı terimin ilk bahsedilen anlamı doğrultusunda genişler. Daha net ifade edecek olursak, libidonun nesnelere aktarılması anlamındaki aktarım, kökensel olarak netleşir; benlik ile nesneler arasında asli bir ayrım olmamasından doğar ve hâliyle, şizofrenideki gibi, bu tür bir ön evreye gerileyebilir. Narsisist duygulanımlarda aktarım “libido yatırımının benliğe çekilmesiyle” tamamen ortadan kaybolmaz; ayrışmanın azalmasıyla, birincil narsisizmdeki benlik-nesne kimliğinde yer alan kökenlerine doğru geri çekilir.

Düşlerin Yorumu’nun 7. Bölümü’ndeki rüyada gündelik yaşamdan kalıntılar görmenin önemiyle ilgili tartışmada, aktarımın oldukça alakasız gibi görünen bir anlamı daha yer alır. Aktarımın bu son anlamının aktarım fenomenini daha iyi anlamak adına asli önem taşıdığını düşündüğümden, bu kısımları doğrudan alıntılayacağım. “[Nevroz psikolojisinden] öğrendiğimiz kadarıyla bilinçdışı bir fikrin önbilince girmesi öyle imkânsızdır ki burada bir etki göstermesinin tek yolu hâlihazırda önbilinçte yer alan bir fikirle bağlantı kurmak, kendi gerilimini ona aktarmak ve onun kendisini ‘gizlemesini’ sağlamaktır. Burada, nevrotiklerin zihinsel yaşamındaki nice çarpıcı fenomeni açıklayan bir ‘aktarım’ gerçeğiyle karşılaşırız. Önbilinçte bu şekilde haddinden fazla gerilime bürünen fikir, ya aktarımla değişmeden kalır ya da fikrin içeriğinin aktarımı etkilemesiyle değişime zorlanabilir” (1900, s. 562-3). Sonra, yine bu kalıntılardan bahsederken şöyle der Freud: “(…) yakın dönemdeki unsurların bu kadar düzenli ortaya çıkması, aktarım ihtiyacının varlığına işaret eder.” “Dolayısıyla, o günün kırıntıları (…) rüyanın oluşumunda pay sahibi olmayı başardıklarında bilinçdışından bir şeyler (yani, bastırılan arzunun emrindeki içgüdüsel gücü) ödünç almakla kalmazlar, aynı zamanda bilinçdışına da paha biçilemez bir şey (yani, aktarımın bağlanacağı bir alan) sunarlar. Eğer ki bu noktada zihin süreçlerine daha derinlemesine nüfuz etmeyi istersek, önbilinç ile bilinçdışı arasındaki uyarım etkileşimini daha fazla aydınlatmamız gerekir; keza psikonevrozlar üzerine çalışmak da bizi buraya sürükler ama, gelin görün ki, rüyalar bu hususta bize hiç yardımcı olmazlar” (1900, s. 564).[4]

Aktarımın bu anlamı ile (ii) numaralı maddede verilen (çocuksu nesne yatırımının güncel nesnelere aktarımı) anlamı arasında bir paralellik ortaya çıkmaktadır: Kendi gerilimini önbilinçteki bir fikre aktaran ve kendisini onun “ardına gizleyen” bilinçdışı fikir, çocuksu nesne yatırımına karşılık gelir; önbilinçteki fikir ise çocuksu nesne yatırımının aktarıldığı güncel nesne ilişkisine karşılık gelir.

Freud, Histeri Üzerine Çalışmalar’daki psikoterapi bölümünde aktarımı detaylı olarak anlatmıştır. Burada, aktarım “yanlış bağlantı” mekanizmasının sonucu olarak görülür. Freud bu mekanizmayı aynı kitabın ikinci bölümünde tartışırken, bilinçdışı kompleksi bilinçli olanla “bağdaştırma zorlantısı”ndan bahseder ve bize zorlantı nevrozundaki zorlantılı fikirler mekanizmasının da benzer yapıda olduğunu hatırlatır (1893, s. 69). “The Defence Neuro-Psychoses” (1894) [Savunma Nöropsikozları] makalesinde takıntı ve fobi mekanizmalarını netleştirmek için bu “yanlış bağlantı”dan yararlanılır. Elbette, “yanlış bağlantı” aynı zamanda perde anıların açıklamasında da kullanılır, ki burada yer değiştirme (Freud, 1899) adını alır. Perde anıların Almanca karşılığı olan “Deck-Erinnerungen”da geçen “decken” sözcüğünün bir anlamı da, yukarıda Düşlerin Yorumu alıntısında da geçtiği üzere, üstünü örtmek/gizlemektir; alıntıda da bilinçdışı fikrin önbilinçteki fikir tarafından üzerinin örtüldüğünden/gizlendiğinden bahsediliyordu.

“Önbilinç ile bilinçdışı arasındaki uyarım etkileşimi”nde etkili olan mekanizmaların psikonevrozlarda ve rüyada da karşılıkları vardır; keza bunlar bu bağlamlarda keşfedilmiş ve tarif edilmiştir. Söz konusu mekanizmalar, normal mekanizmaların bir nebze patolojik, abartılmış veya çarpık versiyonlarıdır. Benzer şekilde, libidonun nesnelere aktarılması ve çocuksu nesne ilişkilerinin güncel olanlara aktarılması da normal süreçlerdir ama nevrozda bunların patolojik versiyonlarını, çarpıtılmış hâllerini görürüz.

Bilinçdışı kompleksi bilinçli olanla ilişkilendirme zorlantısı, Düşlerin Yorumu 7. Bölüm’den paylaşılan alıntıdaki aktarım ihtiyacıyla aynı fenomendir. Bu, gerçekten bilinçdışı olan her tür zihinsel eylemin yok edilemezliğiyle alakalıdır. Bilinçdışı zihinsel eylemlerin bu yok edilemezliğini Freud Odisseia’daki yer altı dünyasının hayaletlerine benzetir: “Kanın tadını alır almaz yeni bir hayata uyanan hayaletler” (1900, s. 553n.); bilinç-önbilinçteki yaşamın kanı, “güncel” nesnelerin yaşamı. Bu görüş ile aktarımın tekrarlama zorlantısının tezahürü olduğu yönündeki görüş arasında kısacık bir mesafe vardır ancak mevcut yazıda bu düşünce akışının izinden gitmemiz mümkün değil.

Aktarım nevrozu, analitik süreçte oluşmasına ve çözülmesine ilişkin teknik açıdan değerlendirildiğinde, hastanın bilinçdışına tattırılan (ve böylelikle eski hayaletleri yeniden canlandıran) fark etme kanından kaynaklanır. Hayaletler hakkında bilgi sahibi olan kişiler bize onların hayalet olarak yaşamaktan kurtulup eski atalarla birlikte dinlenmeye çekilmek istediğini söylerler. Ataların arasına karıştıklarında yeni kuşakla geleceğe taşınırlar; oysa hayaletken bu kuşağa gölge yaşamlarıyla musallat olmaya itilirler. Aktarım, bilinçdışı hayalet kaynadığı müddetçe patolojiktir ve bu, analizdeki aktarım nevrozunun başlangıcıdır: Savunma mekanizmalarıyla kilit altında tutulmalarına rağmen yine de hastaya bu mekanizmalarının karanlığında musallat olan bilinçdışının hayaletleri azat edilerek o tatmak istedikleri kanın tadına bakmalarına izin verilir. Analizin sağladığı gün ışığı sayesinde bilinçdışının hayaletleri, güçleri zaptedilip mevcut yaşamın, ikincil sürecin ve güncel nesnelerin yeni gerilimine dönüştürülmüş atalar olarak dinlenmeye yatırılırlar.

Ruhsal aygıtın gelişiminde, ikincil süreç (önbilinçteki örgütlenme), daha ilkel bir örgütlenmesi olan bir ruhsal aygıt ile çevrenin ikincil süreç faaliyetleri arasındaki etkileşimin dışavurumudur; böylesi bir etkileşimle bilinçdışı daha üst düzey bir örgütlenmeye kavuşur. Nevrozda ketlenen veya bozulan benlik gelişimi, analizde devam eder. Analist, hastanın bastırılmış bilinçdışını tanıyarak onu yeniden canlandırmaya yardımcı olur; gerek aktarım ve direnç yorumuyla, gerek anıların geri getirilmesi ve yeniden yapılandırmayla, hastanın bilinçdışı faaliyeti önbilinç örgütlenmeye taşınır. Analist, analitik durumda, kendisini hastaya güncel bir nesne olarak sunar. Bu sayede, tıpkı rüya gibi (gerek bilinçdışındaki gerekse “taze” “kırıntıların” karşılıklı çekimiyle) ortaya çıkan aktarım nevrozunu besleyerek bilinçdışının hayaletlerini hasta için tekrar canlandırır. Rüya yorumunun ve aktarımın yorumlanmasının böyle ortak bir işlevi vardır: Her ikisi de bilinçdışı ile önbilinç arasındaki kayıp bağlantıları, saklı kalmış etkileşimi yeniden kurmaya teşebbüs eder.

Nevrozda çalışılan ve terapötik analizde çözümlenen aktarımlar, yıkılmaz bilinçdışı yaşamının hastalıklı dışavurumlarıdır;  ki o bilinçdışı, “taze unsurlarla” kurduğu “bağlar” sayesinde birincil süreçten ikincil sürece geçişi kullanarak gelişime vesile olur. Aktarımın taşıdığı anlamın yanlış anlaşılmasının en net örneğini Silverberg’in formülasyonunda gördüm ama eminim bu görüşü paylaşan daha nice analist vardır. Silverberg, “The Concept of Transference” (1948) [Aktarım Kavramı] makalesinde şöyle yazar: “İnsanlarda aktarım dinamizminin bu kadar yaygın olması, insanın olgunlaşmamışlığının göstergesidir ve gelecekte insan olgunlaştıkça (…) aktarım da ruhsal repertuarından yavaş yavaş silinecektir.” Oysa aktarım Silverberg’in ifade ettiği gibi “insanın gerçekliğe isyanının ve olgunluktan uzak inatçılığının daimi abidesi” değil, bilakis insanın içgüdüsel yaşamını (altbenliği) benliğe dönüştüren, gerçekliğin bütünleşmesini ve olgunluğa erişilmesini sağlayan bir “dinamizmdir”. Bilinçdışının geriliminden; örgütlenmesi zayıf, dilden yoksun ama hayatın kökenlerinin yıkılmazlığına ve gücüne sahip çocuksu yaşam deneyimlerinden önbilince, güncel yaşama ve nesnelere bu tür bir aktarım olmasa, veya bu aktarım hedefine ulaşmasa, insan yaşamı kısır, içi boş bir kabuktan ibaret olurdu. Oysa bilinçdışı, kendi bekası için, hayaletler gibi gölgelerde yaşamaya mahkûm kalmamak veya yaşamı yok etmemek için, güncel dış gerçekliğe (nesnelere) ve güncel ruhsal gerçekliğe (önbilince) ihtiyaç duyar.

Önbilinçteki zihinsel örgütlenmenin (analitik süreçte tekrar başlayan) gelişiminde birincil süreçlerin ikincil süreçlere dönüşümü faaliyetlerinin birincil ve ikincil süreç örgütlenmesini (yani, çocuksu organizma ve onun ruhsal aygıtı ile görece yapılandırılmış hâldeki çevreyi) birbirinden ayıran (libidinal) bir gerilim sistemine bağlı olduğunu daha önce belirtmiştim. Bu, “nesnelerle” ilişkilerin gelişmesi bağlamındaki aktarımdır. Aradaki etkileşim, benim “bütünleştirici deneyim” adını verdiğim duruma zemin teşkil eder. İlişki, bilinçdışı ile önbilinç arasındaki uyarım etkileşimi olması itibariyle karşılıklıdır: Çevrenin kendisini daha erişilebilir kılması ve  örgütlenmesi nispeten daha ilkel olan ruhsal aygıta doğru gerileyebilmesi gerektiği gibi, çevre de ruhsal aygıtın kendi bilinçdışı örgütlenme düzeylerinin dış temsilcisi olmasına ihtiyaç duyar zira iletişim bununla devam edecektir. Aktarım nevrozunun gelişiminde ve çözümlenmesinde analitik süreç, biri daha ilkel biri daha olgunlaşmış örgütlenme düzeylerine sahip iki ruhsal aygıt arasındaki bu libidinal gerilim sisteminin (farklı bir düzeyde gerçekleştiği için bazı mecburi değişikliklerle) tekrarlanmasıdır.

Bütünleştirici deneyimde örtülü hâlde bulunan bu ayrımla, önbilinç ile biliçdışı arasındaki uyarım etkileşimini oluşturan gerilim sistemi biçiminde, bu defa içselleştirilmiş olarak tekrar karşılaşırız. Dolayısıyla, “nesnelerin” içselleştirilmesinin de ötesinde,  gerek benlik gelişiminde gerekse bu gelişim sürecinin analizde devam edebilmesinde önem taşıyan, içselleştirilen bir etkileşim süreci olduğunu varsaymaktayız. Aktarımın ikili boyutu, yani aktarımın hem ruhsal aygıtla nesne dünyası arasında hem de ruhsal aygıtın içindeki önbilinç ile bilinçdışı arasında bir etkileşime işaret etmesi, böylelikle netleşir. Her yaratıcı süreçte yaşandığı üzere bilinçdışı ile önbilinç arasındaki bariyerlerin kalkması, bu doğrultuda, içselleştirilmiş bir bütünleştirici deneyim olarak düşünülebilir, ki zaten böyle de deneyimlenir.

Bilinçdışı süreç ve deneyimlerin gerilimi, önbilinçteki-bilinçteki deneyimlere aktarılır. Güncel deneyimlerimizin gerilimi ve derinliği, (kendilerinden sonra gelen tüm deneyimlerin yıkılmaz matrisini temsil eden) bilinçdışı veya çocuksu deneyimlerle aralarındaki iletişime (etkileşime) bağlıdır. Freud, 1897 itibariyle bunu çoktan fark etmişti. Fliess’e yazdığı bir mektupta, erkek kardeşiyle ve yeğeniyle 1-2 yaşlarındayken yaşadığı birtakım olayları anlattıktan sonra, şöyle demişti: “Yeğenim ve küçük kardeşim, arkadaşlıklarımın nevrotik yanı kadar derinliğinde de belirleyici oldular” (1954, s. 219).

Bilinçdışı, bastırıldığında acı çeker çünkü aktarım ihtiyacına ket vurulmuştur. Nevrotik aktarımlar, daha üst düzey bütünleşme sağlayamayan “tekrarlar” (“yanlış bağlantılar”) onun için bir kaçış yolu olur. Mevcut deneyimlere anlamını ve duygusal derinliğini veren bilinçdışı gerilimlere, bilinçdışındaki prototip deneyimlere erişimi olmadığı için, ön bilinç de bastırmanın azabından payını alır. Aktarım nevrozunu beslediğimizde aslında önbilinçteki geriye yönelik bir hareketi (benlik gerilemesini) desteklemiş oluruz. Bunun da amacı, önbilinci bilinçdışına karşı savunmacı soyutlanmışlığından çıkarıp, bilinçdışının analistle kurulan etkileşim vasıtasıyla yeniden bilinçdışı fikir ve deneyimlere (daha üst düzey bir örgütlenmeye yol açacak şekilde) yatırım yapmasını sağlamaktır. Bu aktarım etkileşiminde aracı, analisttir. Güncel bir nesne olan analist, kendisini aktarım için gereken bağlanma noktası sıfatıyla hastanın bilinçdışının kullanımına açar. Analist, yine güncel nesne olması itibariyle, ikincil süreç örgütlenmesi sabit olan ve kontrollü gerileme kapasitesine sahip bir ruhsal aygıt rolündedir. Bu niteliklerinden dolayı hem kendi bilinçdışıyla hem de hastanınkiyle en ideal biçimde iletişim hâlinde olup, bilinçdışı ile önbilinç arasındaki aktarımda (ve dolayısıyla ikisinin de birbirinin içine geçen daha üst düzey örgütlenmesinde) güvenli bir aracı ve iletişim partneri görevi görebilir.

Benlik ile gerçekliğin bütünleşmesi de, bu bütünlüğün devamı da bilinçdışı süreç ve “içeriklerin” güncel yaşamdaki yeni deneyim ve nesnelere aktarılmasına bağlıdır. Patolojik aktarımlarda, birincil süreçten ikincil sürece geçişin ve arada süregelen etkileşimin yerini ikincil süreçlerin birincil süreçlerin üstüne yükledikleri alır; böylece, birbirlerinden soyutlanmış hâlde yan yana dururlar. Freud bu dizilimi “The Unconscious” [Bilinçdışı] makalesinde anlatmıştır: “Aslına bakarsanız, ne zaman ki dirençlerin aşılmasıyla beraber bilinçli fikir bilinçdışı anı iziyle bağlantıya geçer, bastırma da o zaman kalkar. Başarıya ancak bu anıların bilince taşınmasıyla erişilir” (italikler bana ait). Analitik yorumda “bastırılmış anısına dair hastaya verilen bilgi yalnızca görünürdedir. İçerik aynı bile olsa, bir şeyi duymuş olmakla deneyimlemiş olmak psikolojik açıdan başka şeylerdir” (1915b, s. 175-6). Sonra, yine aynı makalede, Freud bilinçdışındaki nesnelerin şey-yatırımlarından bahseder, hâlbuki “bilinçli temsil, hem şeyin temsilini [şey yatırımını] hem de ona ait kelimenin temsilini barındırır” (1915b, s. 201). Ayrıca, “Bu şey-temsilinin kendisine denk düşen sözcük temsilleriyle bağlantısı itibariyle aşırı yatırım alması sonucunda önbilinç sistemi ortaya çıkar. Daha yüksek düzeyde ruhsal örgütlenmeyi mümkün kılanın da, birincil sürecin ardından önbilinçte egemen olan ikincil sürecin gelmesini sağlayanın da bu aşırı yatırımlar olduğunu varsayabiliriz. Şimdi de, aktarım nevrozunda, reddedilen sunumun (presentation) bastırma yüzünden tam olarak nelerden mahrum kaldığını net olarak ifade etmeye geldi sıra: Sunumdan sakındığı şey, nesnelere ilişik kalması gerekenlerin sözcüklere dönüştürülmesidir” (1915b, s. 202).

Sözlü fikirlerin somut fikirlere (yani bilinçdışındaki şey yatırımlarına) karşılık gelmesi, gelişmekte olan çocuksu ruhsal aygıta yetişkin çevre vasıtasıyla anlatılır. “Daha üst düzey bir ruhsal örgütlenme ortaya çıkaran” ve bilinçdışı anı izlerinin onlara karşılık gelen sözlü fikirlerle kurduğu bağlantıları da içeren aşırı yatırımlar, benlik gelişiminin ilk dönemlerinde çocuksu ruhsal aygıtın birincil süreç faaliyeti ile çocuğun çevresinin ikincil süreç faaliyeti arasındaki düzenleyici etkileşimden kaynaklanırlar. Daha önce kullandığım “ayrıştırıcı” ve “libidinal gerilim sistemi” gibi tabirler bu etkileşimin enerji boyutuna, bu tür aşırı yatırımların enerji kaynağına işaret etmektedir. Freud, bilinçdışındaki somut fikirlerle “daha üst düzey bir ruhsal örgütlenme ortaya çıkaran” aşırı yatırımları oluşturan sözlü fikirler arasında bağ kurmaktan bahsederken açıkça farklı örgütlenme düzeylerindeki ruhsal aygıtların etkileşimi meselesini kastetmekteydi. Keza bu “bağ kurma” denen olgu aslında çocuğun çevresindeki daha üst düzey örgütlenme (önbilinçteki zihinsel faaliyet) ile çocuksu ruhsal aygıt arasındaki aracılık faaliyetiyle aynıdır (karşılaştırmak için bkz. Charles Rycroft (1956)). Sözlü fikirler, önbilinçteki faaliyetin temsilcileridir. Bu temsilcilerin, dilin ruhsal aygıtın üst düzey gelişiminde oynadığı özel rolden dolayı ayrı bir önemi vardır ama, elbette, yalnız da değildirler. Etkileşim sürecinde kurulan bu tür bağlantılar, ruhsal aygıtın içinde bilinçdışı ile önbilinç arasındaki karşılıklı iletişim gibi giderek içselleştirilir. Analizde bu tür arabulucu etkileşimlerin tekrardan başlatılması ve böylelikle yeni içselleştirmelerin mümkün hâle gelip içsel etkileşimin yeniden faaliyete geçmesi ihtiyacı, bilinçdışı ile önbilincin birbirinden patolojik derecede soyutlanmış olmasından (veya, daha güncel bir terminolojiyle ifade edecek olursak, savunma süreçlerinin, benliğin bilinçdışı alandaki örgütlenmesini koruyup genişletmesine imkân sağlamak yerine buraya erişimini giderek kısıtlayacak şekilde gelişmesinden) kaynaklanır.

Bilinçdışının aktarıma, önbilinçte aktarım için kullanılabilecek bir bağlanma noktasına, böylelikle birincil süreçleri ikincil sürece dönüştürebilmeye yönelik ihtiyacına ağırlık veren bir aktarım anlayışına göre, ruhsal sağlık, bilinçdışı ile önbilinç arasındaki, çocuksu ve arkaik evreler ile ruhsal aygıtın yapıları, ileriki evreleri ve örgütlenme biçimleri arasındaki, illa bilinçli olmasa bile ideal düzeydeki bir iletişime bağlıdır. Ayrıca, bilinçdışının değişebilir olması ve gerek önbilincin gerekse Freud’un da söylediği gibi, “hayatın tesirine açık olması” (1915b, s. 190) ruhsal sağlık açısından önemli bir etkendir. Bastırma kalkıp, bilinçdışı ile önbilinç yeniden iletişim kurabilir hâle geldiğinde, çocuksu nesne ile güncel nesne birleşip tek bir nesne (karşılıklı iletişim hem bilinçdışını hem de önbilinci değiştirdiği için gerçekten yepyeni bir nesne) hâline gelebilir. Terapide bunu ortaya çıkarmayı sağlayan nesne, yani analist, bu birleşime aracılık eder: Çocuklukta açılmış olan birincil süreçlerin ikincil süreçlere dönüştürülme biçiminin yeni bir versiyonu, daha üst düzey bir örgütlenme biçiminin, erken nesne ilişkileri vasıtasıyla aracılık etmesiyle ortaya çıkar.

Aktarımla ve hasta ile analist arasındaki “gerçek ilişki” denen şeyle ilgili de bir şeyler söyleyeyim. Analitik durumda hasta ile analist arasındaki aktarımı (ve karşı aktarımı) bu ikili arasındaki “gerçekçi” ilişkiden ayırmak gerektiği sıkça belirtilir. Buna kesinlikle katılıyorum. Gelgelelim, bu tür beyanlarda hasta ile analist arasındaki gerçekçi ilişkinin sanki aktarımla hiçbir ilgisi yokmuş gibi bir ima vardır. Burada yürüttüğüm tartışmada, aktarım olmadan gerçeklik diye bir şey olmadığı gibi gerçek bir ilişkinin de olmadığını açıkça ifade edebildiğimi umuyorum. Her tür “gerçek ilişkide” bilinçdışı hayallerin güncel nesnelere aktarımı söz konusudur. Hatta, günümüzdeki nesneler de ancak (bilinçdışı ile önbilinç arasındaki dönüştürücü etkileşim bakımından) bu aktarımın ne denli gerçekleştiği oranında kelimenin tam manasıyla “gerçektir” (ki bu mana, bilinçdışı anı izleri ile önbilinçteki fikrin bileşimini içerir). Analizin terminasyon sürecinde “aktarımın çözülmesi” aslında aktarım nevrozunun, hâliyle de aktarımdaki çarpıklıkların çözülmesi anlamına gelir. Bu da, analistle hasta arasındaki de dahil her tür insan ilişkisinin kısıtlı doğasının kabul edilmesini gerektir. Oysa analiz süreci boyunca analistle yavaş yavaş kurulan, analist ile hasta arasındaki gerçek ilişkiyi teşkil eden ve hastanın “gerçek” yaşamında daha sağlıklı ilişkiler kurabilmesi için odak noktası görevi gören yeni nesne ilişkisi de bu makalede netleştirildiği anlamıyla aktarımdan bağımsız  değildir. Daha önce şöyle bir şey demiştim: “hasta, (direnç olarak aktarım anlamında değil de, tüm analiz sürecini taşıyan ‘aktarım’ bakımından) ‘pozitif aktarım’ geliştirdiği ölçüde, direncin çeşitli evrelerinde bu yeni nesne ilişkisi potansiyelini canlı tutar.” Pozitif aktarımın bu anlamına, tedavide değilse bile modern analitik yazılarda ve öğretilerde genelde pek itibar gösterilmemektedir.

Hayatın karmaşıklığını esneklikten uzak kavramların aldatıcı basitliğine kurban etmeyen her insan gibi Freud da birbiriyle çelişen pek çok şey söylemiştir. Freud’un sözlerini farklı farklı fikirlere destek olarak kullanmak mümkündür. Peki ben de sonunda Freud’un benim fikrim lehinde söylediği bir sözü kullanabilir miyim?

6 Aralık 1906’da Jung’a şöyle yazar: “Senin de dikkatinden kaçmamıştır: Bizim uyguladığımız tedaviler, bilinçaltında egemen olan libidonun bağlanmasına bağlı (aktarım) (…) Bu bağlanma gerçekleşmediği takdirde, hasta gereken çabayı vermek istemiyor veyahut kendi malzemesini ona tercüme ettiğimizde bizi dinlemiyor. Esasen bu, sevgiye dayalı bir tedavi. Dahası, nevrozların sevgiyle ilişkisinin en güçlü, su götürmez kanıtını sağlayan da aktarım” (1955, s. 485). Sonra bir de, 10 Ocak 1910’da Ferenczi’ye şunları yazar: “Analizini okurken [Ferenczi’nin kendi rüyasıyla ilgili otoanalizinden söz ediyor] aklıma gelen bir teoriyi seninle paylaşmak istiyorum. Bana öyle geliyor ki, cinsel dürtüler üzerindeki etkimiz alışverişin (exchange) ve yer değiştirmenin ötesine geçemez; bir karmaşayı ortadan kaldırmak, ondan feragat etmek veya tamamen çözümlemek mümkün değildir (Ama bu bir sır!). Biri çocukluk dönemine ait karmaşalarını ortaya çıkarmışsa, onların bir kısmını (duygulanımı) güncel bir biçimde (aktarımda) saklamış demektir. Derisini dökmüş, analiste bırakmıştır. Tanrı korusun, şimdi çırılçıplak, derisiz kalmasın!” (1955, s. 496).

Çevirenler: Cemile Serin Gürdal, Nurhak Çağatay Birer, Elif Okan Gezmiş

 

Kaynakça

Ferenczi, S. (1950). Introjection and transference. Sex in Psychoanalysis içinde, (s. 35-93). New York, NY: Brunner.

Fisher, C. (1956). Dreams, images and perception. Journal of the American Psychoanalytic Assocciation, 4(1), 5-48.

Freud, S. (1893). Studies on hysteria. J. Strachey (Haz.). The Standard Edition of the Complete Works of Sigmund Freud (Cilt 2). Londra: The Hogarth Press and the Institute of Psycho-analysis.

Freud, S. (1894). The neuro-psychoses of defence. J. Strachey (Haz.). The Standard Edition of the Complete Works of Sigmund Freud (Cilt 3) içinde, (s. 41-61). Londra: The Hogarth Press and the Institute of Psycho-analysis.

Freud, S. (1899). Screen memories. J. Strachey (Haz.). The Standard Edition of the Complete Works of Sigmund Freud (Cilt 3) içinde, (s. 299-322). Londra: The Hogarth Press and the Institute of Psycho-analysis.

Freud, S. (1900). The interpretation of dreams. J. Strachey (Haz.). The Standard Edition of the Complete Works of Sigmund Freud (Cilt 5). Londra: The Hogarth Press and the Institute of Psycho-analysis.

Freud, S. (1915a). Instincts and their vicissitudes. J. Strachey (Haz.). The Standard Edition of the Complete Works of Sigmund Freud (Cilt 14) içinde, (s. 109-140). Londra: The Hogarth Press and the Institute of Psycho-analysis.

Freud, S. (1915b). The unconscious. J. Strachey (Haz.). The Standard Edition of the Complete Works of Sigmund Freud (Cilt 14) içinde, (s. 159-215). Londra: The Hogarth Press and the Institute of Psycho-analysis.

Freud, S. (1920). Beyond the pleasure principle. J. Strachey (Haz.). The Standard Edition of the Complete Works of Sigmund Freud (Cilt 18) içinde, (s. 1-64). Londra: The Hogarth Press and the Institute of Psycho-analysis.

Freud, S. (1940). An outline of psycho-analysis. J. Strachey (Haz.). The Standard Edition of the Complete Works of Sigmund Freud (Cilt 23) içinde, (s. 139-208). Londra: The Hogarth Press and the Institute of Psycho-analysis.

Freud, S. (1954). The origins of psychoanalysis. New York, NY: Basic Books.

Hoffer, W. (1956). Transference and transference neurosis. International Journal of Psycho-Analysis, 37, 377-379.

Jones, E. (1955). Life and work of Sigmund Freud, Volume 2. Londra: The Hogarth Press.

Loewald, H. W. (1951). Ego and reality. International Journal of Psycho-Analysis, 32, 10-18.

Rycroft, C. (1956). The nature and function of the analyst’s communication to the patient. International Journal of Psycho-Analysis, 37, 469-472.

Silverberg, W. (1948). The concept of transference. Psychoanalytic Quarterly, 17, 303-321.

Spitz, R. (1956). Countertransference. Journal of the American Psychoanalytic Association, 4,256-265.

Tower, L. (1956). Countertransference. Journal of the American Psychoanalytic Association, 4, 224-255.

Waelder, R. (1956). Introduction to the discussion on problems of transference. International Journal of Psycho-Analysis, 37, 367-368.

Notlar

[1] Psikanalizin Dili dergisinin ilk sayısında Hans W. Loewald’ın dört bölümden oluşan makalesinin ilk bölümüne yer vermiştik; ikinci sayıda diğer bölümlere yer veriyoruz -Ed.n.

[2] Bir içsel uyaran olarak dürtü kavramının Freud’un önceleri bütünüyle çevresel baştan çıkarıcı travmatizasyona/örseleyiciliğe atfettiği  uyarıcı cinsel düşlemler üzerinden çocukluk çağı cinselliğini keşfetmesi ile ilişkili olduğu açıktır. Sorunun “içsel” düşlemlere karşı “çevresel” baştan çıkarmaya ilişkin formülasyonu da bu makale boyunca gündeme getirdiğimiz aynı sorular ve yeniden gözden geçirmelere açıktır.

[3] Bu makalenin IV. bölümünde, bilinçdışı ile önbilinç arasındaki kapıları açmak ile etkileşimin içselleştirilmesi arasındaki bağlantılar aktarım meselesindeki önemi bakımından tartışılmaktadır.

[4] Charles Fisher (1956) yakın zamanda aktarım kavramının bu anlamına dikkat çekmiştir. Bilinçdışı-önbilinç hakkındaki çalışmaları, özellikle düş oluşumu, imgelem ve algı ile ilgilenirken, nesne ilişkilerinin oluşumu ve gerçekliğin psikolojik inşasına ilişkin tüm problem alanları ile de ilgilidir.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s