Cumhuriyet’in İlk Yıllarına Psikanalitik Bir Bakış: Çağın Ruhundan Eserlere Yansıyan

 

halide edip

Cumhuriyet’in İlk Yıllarına Psikanalitik Bir Bakış: Çağın Ruhundan Eserlere Yansıyan

Nilüfer Erdem – Yavuz Erten

Toplumsal, kültürel, siyasi ve tarihsel olgular her zaman psikanalizin araştırma konuları arasında yer almıştır. Bu tür çalışmalara bilindiği gibi “uygulamalı psikanaliz” adı verilmektedir. Bölgemizde yaşanan savaş, ülkemizi de içine alan terör olayları, göçler ve mültecilerin sorunları son yıllarda psikanalistlerin yoğun olarak üzerine eğildiği konular arasına girdi. Son birkaç yıldır kayıp, şiddet ve travmanın çeşitli boyutlarının Psike İstanbul’un yıllık sempozyum dizisi Psikanalitik Bakışlar sempozyumlarının içeriğine damgasını vurmasını bunun bir kanıtı olarak görebiliriz. Bu çalışmaların katkısıyla ve toplumdaki değişimlerin bizlerde geçmişe dair uyandırdığı merakın etkisiyle 2017’de Psike İstanbul bünyesinde “Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Psikodinamiklerini Dönem Romanları Aracılığıyla Düşünmek” isimli bir Çalışma Grubu başlattık. Böylece bireysel olarak ilgilendiğimiz ve derinleşmek istediğimiz bir konuyu grup içinde sistemli olarak ele alma olanağı bulduk. Aralık 2018’de “İç Dünya – Dış Gerçeklik” temalı Psikanalitik Bakışlar 12’de bir panelle bu Çalışma Grubunun ortak çalışmasını sunduk. Panelde sunulan metinler ayda bir gerçekleştirdiğimiz toplantılarda, okuduğumuz romanlar, biyografiler ve tarihi belgeler üzerine yürüttüğümüz tartışmalar sonucunda ortaya çıktı.[1]

Bu çalışmada amacımız, içinde bulunduğumuz dönemin toplumsal dinamiklerini Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve sonrasında etkili olan süreçlere bakarak psikanalitik bir anlayışla değerlendirmek ve anlamlandırmaktı. Çalışmaya ilk başladığımızda her ay bir yazarın romanlarını ele alacağımızı ve bu şekilde her bir dönemi aşağı yukarı birkaç ay içinde gözden geçireceğimizi düşünüyorduk. Oysa okumaya ve tartışmaya başlayınca ortaya bambaşka bir tablo çıktı. Dönem olarak kısaca İkinci Meşrutiyet’e odaklanmayı, daha sonra Cumhuriyet’in kuruluşu ve ondan sonraki yıllara doğru ilerlemeyi düşünüyorduk. İlk yazarımız da Halide Edib Adıvar’dı. Fakat tarihsel olarak 2. Meşrutiyet’in ilanı, 31 Mart Vakası ve İttihat ve Terakki dönemi bizi tahminlerimizin ötesinde meraklandırdı ve sonuçta hemen hemen yalnızca bahsi geçen bu dönemler üzerine çalıştık. Edebiyatçılardan ise okumalarımızı Halide Edib Adıvar ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun eserleriyle sınırladık. Aslında sınırladık demek doğru bir ifade değil çünkü daha ziyade bu iki yazarın eserlerinin ve biyografilerinin çok geniş dünyasına dalıp orada derinleşmeyi, bu yazarların tadını çıkarmayı tercih ettik.

Tarihsel Arka Plan Üzerine Birkaç Not

Çalışma Grubumuzda bu ilk aşamada ele alınan dönemlerle ilgili kısa bir tarihsel hatırlatma yapmak iyi olabilir. Bunlar panelde ele alınan roman ve yaşam öykülerinin arka planını oluşturuyordu.

Osmanlı’da değişim Batılılaşma çabalarıyla 18. yüzyılın sonlarında başar. 1839-1871 yılları arasındaki Tanzimat döneminde ivme kazanan idari, adli ve askeri reformların toplumsal yaşama da yansımaları olur. Zürcher’e göre (1995), Tanzimat “sınırlı bile olsa bir anlamda kültürel bir devrim”dir (s. 101). 1908-1918 yılları arasında kesintilerle iktidarı elinde bulunduran, Enver Paşa, Cemal Paşa ve Talat Paşa önderliğindeki İttihat ve Terakki Fırkası, Abdülhamid’e muhalif bir hareket olarak ve Jön Türklerin devamı olarak ortaya çıkmıştır. Dönemi başlatan olay 1908’de 2. Meşrutiyet’in ilanı, döneme damgasını vuran olaylardan biri ise 1909’da meydana gelen 31 Mart ayaklanmasıdır. Ayaklanmayı takiben II. Abdülhamid tahttan indirilir. Ağustos’ta Kanun-ı Esasi değişikliğiyle siyasi güç meclise geçer. Birinci Dünya Savaşı yenilgisi, İstanbul’un ve ardından başka illerin işgaliyle İmparatorluk dağılmaya yüz tutar.  İttihat ve Terakki 1918’de kendini fesheder. 1919’da Mustafa Kemal önderliğinde başlayan Millî Mücadele’ye eski İttihatçılar’ın büyük kısmı katılır. İttihat ve Terakki iktidarında yaşanan değişimler sırasında toplumda üç ana akım birbiriyle yarışmıştır (Göle, 1991). Bunlar İslamcı, Batıcı ve Türkçü akımlardır. 1923’te Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte Batıcılık yanlıları ağırlığını koyar. Sonraki dönemde Türkçü akımın görüşleri kısmen Kemalist yaklaşım içinde eriyerek ona dahil olur. İslamcı Batıcı çatışması günümüze dek süregider.

Geçmişten Bugüne Aktarılanlar

Çalışmamız sırasında bizi en fazla etkileyen noktalardan biri, geçen zamana rağmen çatışmaların dışavurum biçimlerinin neredeyse aynı kalmış olmasıydı. Örneğin toplumsal kutuplaşmanın kadının kamusal alandaki görünümü ve kadın bedeni etrafında ifade edilişinde geçmişle bugün arasında hiçbir fark olmadığını gördük. Bir başka örnek verecek olursak, aydınların toplumun diğer kesimleriyle bütünleşememesi veya toplumsal çoğunluğun aydını yabancı unsur olarak dışarı itme eğilimi hiçbir değişim geçirmeden aynı biçimler altında günümüze aktarılmış gibiydi. Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan ve Cumhuriyet yönetimi altında devam eden dönüşüm sürecinin bir türlü tamamlanamıyor oluşu ve toplumsal yaşamı sürekli duraklamaya uğratan siyasi ve toplumsal olayların neredeyse hep aynı kılıkta geri gelişi elbette travmatik bir tekrara işaret ediyordu. Osmanlı kimliğinin dağılmasından ve büyük toprak ve can kayıplarından kaynaklanan narsisist yaralanma ve başarısız onarım çabaları dikkat çekiyordu. Bunlar aslında sosyal bilimcilerin de ifade ettikleri olgular. Bizim çalışmamızda daha farklı ve özgün olarak deneyimlediğimiz boyutu, bu toplumsal travmaların, ele aldığımız iki yazarın romanları ve biyografilerinde çok canlı biçimde dile gelişine dayanıyor. Söz konusu yazarların romanlarıyla biyografileri ve toplumsal deneyim arasındaki geçişler Hülya Akar-Yasemin Cengiz ve Meral Erten-Özlem Yıldız’ın çalışmalarında derinlemesine irdelendi.

İncelediğimiz Döneme ve Yazarlara Dair Öne Çıkan Temalar

Ele aldığımız eserlerde öne çıkan ve bugünle devamlılık gösteren temalar şunlardı: Döneme özgü kimlik karmaşası ve kimlik dağılımı sorunlarının bugün de pek çok birey ve grubun kimlik anlamında ülkede kendine yer bulamaması şeklinde varlığını sürdürmesi; taşralı/şehirli çatışması ve bugün de dini farklılıklar görünümü altında bu çatışmanın devam etmekte oluşu; kadının toplumsal zihniyette geçirdiği dönüşümlerin hep aynı çatışmaları içeren bir döngüsellikle sürekli tekrar başa sarması… Bu eserlerde rüya ve düşlemin, bireysel ve toplumsal travmaların ifadesinde tematik olarak tekrar tekrar ortaya çıkışı ise bize bireyin ruhsallığında travmayı işleme çabasının bir ifadesi olan, tekrarlayan kâbusları düşündürdü. Bu anlamda en azından bahsettiğimiz yazarlarda hem yazma ediminin romancının öznelliğinde hem de romanın kendisinin toplumsal düzlemde bir tedavi aracı gibi işlev gösterdiğini fark ettik. Bu işlevin çoğu durumda edebi kaygıların üstünde tutulduğunu saptadık.

Düşüncelerimize Yön Veren Sorular

Okuma ve tartışmalarımızda düşüncelerimize yön veren başlıca sorular şunlar oldu: Dış gerçeklik ve çağın ruhu eserlerde roman kişilerinin iç dünyasına nasıl yansıyor? Dönemin temel dinamikleri romanlarda nasıl dile geliyor? Roman kişilerinin deneyimleri bugün bizim deneyimlerimizle hangi noktalarda birleşiyor? Roman yazmanın kendisinin de bizim coğrafyamızda o yıllarda hâlâ nispeten yeni bir anlatı türü olduğu düşünülürse, romanların üslubu dönemin temel meselelerinden biri olan Batılılaşmayla ilgili nelere ışık tutuyor?  Dönemle ilgili bize hangi ipuçlarını veriyor?  Roman türünün ve psikanalizin paralel biçimde Türkiye’ye oldukça geç gelmiş oluşunu nasıl yorumlayabiliriz? Bu olgu bize neyi gösteriyor?

Narsisizm Sorunsalı Üzerine Düşünceler

Yukarıda belirtilen sorular ışığında, toplumsal ve bireysel boyutları olan narsisist yaralanma  görüngüsü üzerine saptamalarımızı kısaca özetlemek isteriz. Osmanlı imparatorluğunun büyük miktarda toprak kaybına sebep olan iki yüz yıllık mağlubiyetleri ve teknolojik, ekonomik gelişmelere ayak uyduramamasıyla yirminci yüzyıl başında çöküşünün nasıl bir narsisist travma yaşattığı pek çok kereler ele alınmıştır. Bu yaralanmanın ortaya çıkardığı savunmalar, onarım çabaları ve bağlantılı pek çok psikolojik, sosyal, kültürel mesele çeşitli vesilelerle incelenmiştir.

Narsisist yaralanma deyince, ilk olarak gurur yaralanması ve bu yaralanmanın ortaya bir uçta utanç diğer uçta manik savunmalardan örülü bir kibir ortaya çıkarması anlaşılır. Ancak narsisist yaralanma dediğimiz zaman anlaşılacak tek olgu bu değildir. Narsisist yaralanma kendiliğin yapısında bir kopuş, bölünme, bazı ileri durumlarda parçalanma yaratır. Bu kopuş durumunda benlik sürekliliğinde sorunlar ortaya çıkar, kimlik birbiriyle uyuşmayan bölümlere ayrılabilir; bellek ve kişisel tarih/öykü bütünlüğünü kaybeder. Osmanlı’nın çöküşünü takip eden süreçte ortaya çıkan devrimci çabaların da etkisiyle kimlik, bellek ve öyküde bu tür bir narsisist bölünme ve parçalanmanın meydana geldiğini söyleyebiliriz. Bu parçalanmanın en büyük etkileri dil ve tarihte ortaya çıkmıştır.

Narsisizmin özseverlikle, gururla, kişinin kendi benliğine libido yatırmakla ilgili özelliklerini bildiğimiz için narsisist yaralanma deyince onur kırılmasını ilk olgu olarak anlarız ancak onun yukarıda söz edilen yapısal tarafını yani süreklilik ve bütünlükle ilgili özelliklerini anlamakta zorluk çekebiliriz.

Narsisizmi gelişimsel olarak tanımlamak ve açıklamak için başvurulabilecek en kullanışlı metaforlardan biri aynadır. Ayna iki önemli işleve sahiptir: Öncelikle üzerinde hemen hemfikir olduğumuz, her gün doğrulanan işleviyle başlayalım. Aslında bu işlev gelişimde kronolojik olarak ikinci sıradadır. Aynaya her sabah güne başlarken baktığımızda çoğunlukla güzel, sağlıklı, fit birisini görmek isteriz. Belli durumlarda da gözlerimizle suç ortaklığı yapan ayna sayesinde çok da kötü olmayan bir figür görürüz. Suç ortaklığından kasıt bize en hoş gelen açıyı öğrenmiş olmamız gibi olgulardır.

Ancak aynaya sadece bildiğimiz (emin olmak istediğimiz) güzellik, çekicilik vb. özelliklerle ilgili doğrulanma almak için bakmayız. Aynaya var olmaya devam ettiğimizi doğrulamak için de bakarız. Bu işlev aynanın kökensel olarak yapıya çok daha karışmış ve her an farkına varamayabileceğimiz, görünürlüğünü yitirmiş bir işlevidir. Belki olguya negatifinden bakarak aynanın bu işlevine biraz daha açıklık getirebiliriz. Şiddetli regressif özellikler taşıyan bazı şizofrenik durumlarda ortaya çıkan negatif sanrı deneyimlerini hatırlayalım: Kişi aynaya bakar ve kendini göremez. Ayna nezdinde dünya onun varlığını doğrulamamaktadır.

Gelişim sürecinin narsisist doğadaki ayna özelliği, dünyanın anne yüzünden, gözünden, sözünden başlayarak yenidoğana “Sen varsın” ve “Sen güzelsin” demesidir. Narsisist nitelikli travma ise dünyanın bize varlığın görüntüsünü, sesini geri vermeyerek ya “Sen yoksun; yok hükmündesin” veya “Bazen varsın; bazen yoksun; kesintilisin” demesidir; ya da ilk adımda varlık onaylanması gelse bile ikinci safhada “Çirkinsin, kötüsün, yanlışsın, mağlupsun” demesidir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun öznesi bu travmanın iki yönünü de yaşamış bir bünyedir. Tarihin öznesi Batılı aktör yirminci yüzyıla giden süreçte hikâyeyi kendisinin başrolde olduğu bir şekilde yazmaya başlamış ve Osmanlı’yı ya yok saymış (veya işine geldiği şekilde aynalamış -Oryantalizm) ya da var saydığı durumda onu geri kalmış, hasta vb. olarak tanımlamıştır.

Hem varlığın doğrulanmamasından kaynaklanan dağılma, parçalanma, yok olma korkuları hem de özdeğer regülasyonunun oluşumundaki aksaklıktan kaynaklanan utanç ve kibir yalpalamaları olarak değerlendirebileceğimiz sonuçlarla başa çıkmak, bunları onarmak, telafi etmek için ne yapılacaktır?

Yahya Kemal’in söylediği rivayet edilen bir söz tam bu bağlamda anlamlıdır: “Resmimiz ve nesrimiz olsa farklı bir millet olurduk…” Bu sözün içerdiği değişim heyecanı ve değişimin yolu -olguların sebep ve sonuçları üzerinden naif bir çıkarımı da işaret ederek- edebiyat ve sanat konusunda yeni edinimler olsa bunların bizi kazananlar tarafına dahil edeceğini ima eder.

Kendini roman yazarak ifade eden bir özne haline gelmek ve bu yeni özne-liğin öznel-liğini edinmek, tarih yazımındaki nesneler kampından çıkıp özne tarafına geçme arzusudur. Yazan, ifade eden, çıkarım yapan ve estetize ederek olguların nesnel şartlarını aşan bir varoluş yolu edinmek suretiyle, travmanın etkisiyle düşünme kabiliyetini kaybetmiş nesne rolünden çıkıp (ki bu nesne düşünemez, anlayamaz, açıklayamaz ve gelecekte olanları önleyemez), olup bitenler üzerinde hakimiyet kuran, travma öncesini, sonrasını ve geleceği birbirine bağlayan özne rolüne geçmektir. Ümit edilir, düşlemlenir ki, bu yolla Osmanlı özne birkaç yüzyıl öncesinde dünyanın başka yerlerinde kuruluşu gerçekleştirilmiş yeni insanın, yeni öznenin ve onun yeni dünyasının tarafına geçsin. Tabii buradaki temel zorluk Batı dünyasında bu öznenin ve öznelliğin kuruluşunu sağlayan değişkenlerin Doğu dünyasında aynı şekilde tezahür etmemesidir. Bu sebeple, değişim ihtiyacı ve bu ihtiyacı doyurma yolları organik bir dönüşümle değil çabuk ve keskin bir mekanik değişiklikle gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.

Edebi eser öncelikle travma yarasının sıcak olduğu dönemde bir çıkar yol önerir. Önerdiği işlev tarihsel bir tanıklık ve ortaya çıkan şiddetli etkiyi kapsamaya yönelik kuvvetli bir bağlanmadır. Bu yolla birikmiş duyguları katarsise uğratarak bir rahatlama yaratmayı amaçlar. Örneğin bitmiş bir savaşın ardından o savaştaki kahramanlıkları konu edinen ve toplumun uğradığı haksızlıkları ve mağduru olduğu vahşeti sahneleyen bir eser toplumsal bir bilinç yaratır. Böylece, yaşananların sebep ve sonuçları hakkında, geleceğe yönelik kararlarda ve iradede bir oybirliği yaratmayı amaçlar. Bu eserler bu halleriyle henüz yeterince temsili ve simgesel hale gelmemiş bir ruhsal dinamik durumundadırlar. Yer yer edebi nitelikleri sorgulanır bir hal alır. Edebi olmaktan çok propaganda nitelikli eser görünümüne bürünebilirler. Böyle bir handikabın farkında olmakla birlikte, edebiyat eserinin tarihe tanıklık ve şiddetli duyguları modüle etme işlevini her durumda yerine getirdiğini düşünüyoruz.

Tabii ki edebi yaratım süreci tarihsel ve toplumsal meselelerle ilgilenmeye ve üretmeye devam ettikçe, özellikle bir kültürde öznel, dilsel ve öyküsel kendilik duyuları (Stern, 1985) geliştikçe ve olgunlaştıkça, edebi eser travma olgularıyla başka söylem düzeylerinde ilgilenecektir. Bu düzeylerde yaratım, temsili ve simgesel yolları kullanır ve edebi eserin yukarıda söz edilen “kör kör parmağım gözüne…” özelliğinden uzaklaşılır. Belli bir belirsizliğe ve bu belirsizliğin öznel dünyalarda dönüşebileceği zenginliğe imkân doğar.

Bu nitelikte sanat yaratımı Abella’nın (2017) yazdığı gibi, Bion’un Dönüşümler’de dikkat çektiği “iletişim alanından propaganda alanına kayma” riskinden uzak durur. Okuru manipüle etmek istemez. “Sanat eseri” terimi sıklıkla yerini “sanatsal önerme” terimine bırakır. Sanatçı “bitmiş” bir eser önermez;  bir deneyim ve düşünce alanı açar (Abella, 2017, s. 206). Her eser ve okur buluşmasında bu belirsizlik alanı kişisel yorumlara ve çözümlere ulaşır. Her bir buluşmada öznel dünyalar kendi simgesel sonuçlarına ulaşırlar.

Oysa ülkemizde romanın ilk dönem örnekleri toplumsal meselelerle ilgili doğrudan çözümler bulmayı hedefler niteliktedir. Roman yazılarak hem Yahya Kemal’in öykündüğü gibi Batılı bir kendini ifade ve iletişim aracı edinilmiş hem de bu yeni araç, yaralanmayla ilgili olarak nesnel bir şekilde kullanılmıştır. Yazarlar Doğu-Batı meseleleri, kimlik sorunları, aile ve kadın konuları, siyasi açmazlar ve perspektiflerle ilgili düşüncelerini neredeyse bir gazete makalesi açıklığında ya da bir siyasetçi doğrudanlığıyla yazmışlardır.

Daha yakından bakacak olursak, edebi üretim bağlamında, Halide Edib Adıvar ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu modern Türkiye tarihinin keskin bir kırılma noktasında eserler ortaya koymuş yazarlardır. Bu kırılma imparatorluğun yıkılışı ve yeni devletin kuruluşudur. Her iki yazar da bu kırılma noktasını ve onun yaratığı şiddetli devinimleri edebiyatın kapsayıcılığıyla ele almaya çalışmış, ancak aynı zamanda da yeni devletin kuruluşu ve sonraki rotasıyla ilgili doğrudan siyasi ve ideolojik rehberliklere soyunmuşlardır. Bu konuda edebiyatçı olarak yalnız değildirler: Yahya Kemal Beyatlı, Memduh Şevket Esendal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ahmet Rasim, Reşat Nuri Güntekin, Faruk Nafiz Çamlıbel, Behçet Kemal Çağlar rehberlik misyonunu farklı tarz ve derecelerde üstlenen önde gelen diğer isimlerdir. Ancak Halide Edib ve Yakup Kadri kadar öne çıkan ve edebiyat-siyaset ilişkisini bu kadar canlı bir dinamik olarak kimliklerinin parçası haline getiren azdır. Halide Edib ünlü Sultanahmet mitinginden sonra, Kurtuluş Savaşı sırasında ve hemen ardından Mustafa Kemal’e çok yakın konumlarda bulunmuş ve modern Türkiye toplumunun dönüşümlerinde bayrak hale gelmiş bir figürdür. Yakup Kadri de Kurtuluş Savaşı’nın edebi ifadelerinde ve devletteki çeşitli görevlerde yeni Cumhuriyetin önemli şahsiyetlerinden biri haline gelmiştir. 1933-34 yılları arasında Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya Aydemir’le birlikte çıkardıkları Kadro Dergisi o dönemde yeni devletin ideolojik rehberliğine soyunmuştur. Ne var ki her Halde Edib de Yakup Kadri de bir süre sonra gözden düşmüş ve doğrudan veya dolaylı sürgünlerle Ankara’dan, hatta Türkiye’den uzaklaşmak zorunda kalmışlardır.

Halde Edib ve Yakup Kadri, imparatorluğun çöküşünün acısını derinden hisseden kişiler olarak bu acıyı temsili ve simgesel düzeydeki ifadeler ve araçlarla dönüştürmeyi amaçlayan dönem eserleri üretirken bir taraftan da bu eserlerde toplumsal dönüşüm zorunluluğu, cehalet ve fakirlik sorunu, toplumsal birlik ve inanç kaybı, kadın sorunsalı, Doğu-Batı ikilemi ve bağlantılı kimlik sorunsalı gibi konularda doğrudan yol gösterici ve yönlendirici bir “işaret edicilik” gayreti içine girmişlerdir. Bu özellikleri Tanzimat dönemindeki kadar koyu bir “ders vericilik” boyutunda değildir ancak henüz, sonraki yıllarda serpilmeye başlayacak ve üst ifadesini, örneğin Ahmet Hamdi Tanpınar eserlerinde bulacak yetkinlik ve incelikten yoksundurlar. Onların bu çabasında bireysel ve toplumsal düzeylerde zedelenmiş olan narsisizmi onarma çabalarına tanıklık ederiz.

Kaynakça

Abella, A. (2017). Narsisist Kırılmaları Kendi Kendine Tedavi Etmenin Yolu Olarak Yaratıcılık. Nilüfer Erdem (Haz. ) Narsisizm ve Yaratıcılık içinde (s. 191-206). İstanbul: Cogito, Yapı Kredi Yayınları.

Göle, N. (1991). Modern Mahrem. Medeniyet ve Örtünme. İstanbul: Metis, 2016.

Stern, D. (1985). The Interpersonal World of The Infant. New York: Basic Books.

Zürcher, E. J. (1995). Modernleşen Türkiye’nin Tarihi. İstanbul: İletişim.

[1] Panelde sunulan diğer iki metin: Hülya Akar ve Yasemin Cengiz’in “Ölümle Gelen Doğum, Doğumla Gelen Ölüm: Halide Edib Romanlarında Kayıp, Yas ve İdeal Benlik” başlıklı çalışması ile Meral Erten ve Özlem Yıldız’ın “Kendi Evinde Kiracı, Vatanında Yaban Olmak : Yakup Kadri’de Yenilgi, Kayıp, Yas ve Kimlik Karmaşası” başlıklı çalışmasıdır. Bu iki çalışma İthaki Yayınları tarafından yayımlanacak olan İç Dünya Dış Gerçeklik başlıklı derlemede yer alacaktır.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s