
PSİKANALİTİK KURAM VE TEKNİK
BELLA HABİP*
Eylemsellik çağdaş psikanalizin önemli ilgi alanlarından biri. Eyleme geçmek, eyleme vurmak, sahnelemek gibi konu başlıklarına uluslararası psikanaliz dergilerinde, kitaplarında ve monografilerinde, bilimsel buluşmalarında sık sık rastlıyoruz. Psikanaliz kliniğinde karşımıza çıkan bu olguların kuramda ve pratikte ele alınış biçiminin Freudcu bakış açısından bu yana önemli ölçüde bir evrime uğradığına da tanık oluyoruz.
Psikanaliz literatürünün dışına çıkıp güncel toplumlara ve onların yaşam ve tüketim biçimlerine hızlıca bir göz atarsak eylemselliğin merkezi bir yer tuttuğuna şahit oluruz. Eylemin yüceltildiği, hareketin aşırı bir şekilde olumlu yatırıma maruz kaldığı dur durak bilmeyen hızlı bir çağda yaşıyoruz. Sık sık “aksiyon almak” gibi İngilizceden devşirme ifadeler kulağımıza çalınıyor. Neoliberal ekonomi politikalarının yaşam biçimlerimizi şekillendirdiği kaotik ve tekinsiz yaşamlar sadece sosyo-ekonomik güvencesizliğe (prekarite) sebep olmakla kalmıyor ruhsallığımızı da önemli ölçüde etkiliyor. Son yılların favori sendromu çocuklardaki hiperaktivite bu hızlı yaşamanın sadece bir veçhesi. Çağımızın bir diğer favori sendromu da “burn out”, yine bu hiperaktivitenin bitkinlikle sonuçlanan erişkin versiyonu. Dolayısıyla, performans diktası altında hırslı tüketim arzusunun kışkırtıldığı ve hiperaktivitenin özümsendiği ve sıradanlaştırıldığı çağımızda düşünmenin, tek başına düşünmenin, harekete geçmeden önce düşünmenin ve temsil etmenin önemi ve değeri ayrıca belirginleşiyor. Ne de olsa tüm bu hiperaktivite temelli patolojilerin ortak özelliği harekete, hızlı harekete düşünceden daha fazla yer açmak ve önem vermek. Patolojiye kucak açan bir dış çerçeve ile kuşatıldığımız çağımızda eylemsellik konusunun psikanaliz alanındaki yeri ayrıca önem kazanıyor.
Freud Metninde Agieren Ve Temsil İle Olan Bağlantısı
Freud’un 1914 tarihli “Anımsamak, Tekrarlamak ve Derinlemesine Çalışmak” adlı makalesinde ele aldığı seans içindeki eylemselliktir. [1] Makaledeki şu alıntı göze çarpar: “…Hasta neyi unuttuğuna ve neyi bastırdığına dair hiçbir şey hatırlamamaktadır ve onun yaptığı şey bunu (hatırlamadığı şeyi) eyleme çevirmektir. Olgu hatıra şeklinde değil eylem şeklinde ortaya çıkar. Hasta tabii bu eylemin bir tekrarlama olduğundan bihaberdir” (s. 9). Almancada eylemek anlamına gelen Agieren terimi bu bağlamda tekniğin kuramında bir kavram olarak yerini alır. Agieren, anglofon psikanalistlerin makalelerinde enactment ve acting out, frankofonlarınkinde ise mise en acte olarak karşımıza çıkar. Psikiyatrik nozografilerde ise acting out terimine sık rastlanır.
1914 yılında yani psikanaliz tekniğinin kuramının daha henüz emekleme çağında kaleme aldığı bu makalenin başında, Freud, hastaların duyumsamalarından yola çıkarak semptomları ortaya çıkaran anıları hatırlama hedefi güden hipnoz tekniğine gönderme yapar ve psikanalizin doğuşuna imza atmış Breuer’la olan ortak çalışmalarına göndermede bulunur.[2] Unutmayalım ki “Histerik, anılarından ötürü acı çeker” sözü Histeri Üzerine Çalışmalar (Freud ve Breuer, 2001, s. 2) adlı yapıta damgasını vurmuştu. Freud hipnozdan hareketle psikanaliz adını verdiği yönteme varıncaya kadar kat ettiği yöntemsel etapları sıralar. Hipnozdaki hedef katarsis yoluyla, yani birikmiş duygulanımların tahliyesine olanak veren yöntemin kullanımıyla yitirilmiş anılara kavuşmaktı. Hipnoz yöntemini bıraktıktan sonra hastanın hatırlaması Freud için yine başlı başına bir hedeftir ama artık ilgilendiği şey hastanın seans sırasında hatırlamaya karşı gösterdiği dirençtir. Amaç seans sırasında hastanın rastgele ortaya çıkan düşüncelerinin üzerindeki eleştirel tavrını ortadan kaldırmak ve serbestçe konuşmasını sağlamaktı. Burada katarsisin yani boşaltımın yerine analizanın kendi üzerindeki çalışması, gayreti yer almakta gibidir. Analizan seçerek, ayıklayarak konuşmamalıdır. Yöntem dirençlerin üstesinden gelmeye yönelik olarak doktorun hastayı telkin etmesi yönünde ilerlemektedir. Bu direnci yorumlamak ve sonuçlarını hastaya iletmek bir sonraki yöntemin yani psikanalizin adıdır. Bu direnç ortadan kalkınca psikanalizin altın kuralı, bir tür paradoks da içeren serbest çağrışım kuralı devreye girer. Analizan serbest olmak zorundadır!
Bu üç etabın da hedefinin aynı olduğunu, yani bellek boşluklarını doldurmak olduğunu vurgulayan Freud hipnozla psikanaliz arasındaki şu farkın altını çizer: Hipnozda hasta daha önce olup bitmiş bir duruma geri döner ve bilinçdışının derinliklerinde kalmış, yani unutulmuş malzemeye kavuşur. Buradaki hatırlama süreci çok basit bir biçime sahiptir. Söz konusu olan ikincil bir bilinçdışının, yani bastırılmış ve sonradan bilinçdışına itilmiş malzemenin geri dönüşüdür. Böyle bir bakış açısında, unutulmuş anıların ve ruhsallık içindeki bastırılmış çatışma ve düşlemlerin hatırlanması değişimin ve iyileşmenin temel faktörüydü. Analist ve analizanın bellek boşluklarına yönelik ortak çalışması Freud’un başlangıçtaki monadik bakış açısına işaret eder. Böyle bir bakış açısı, yani bastırılanın geri dönüşü, katarsis deneyimindeki duygulanımların geri dönüşü, halen günümüzde de geçerlidir ve önemini korur. Kaybolmuş, sıkışmış, kenara atılmış duygulanımlara kavuşmak her zaman iyileştirici bir güce sahiptir. Buna çağdaş pratiğimizde de sık sık tanık olmaktayız. Tabii hatırlanan malzemenin bir sonradanlık (après-coup) sürecine tabi olduğunu ve hatırlamanın kendisinin sürekli bir devinim, dönüşüm içinde olduğunu ve kavuşulan anıların tıpatıp bir zamanlar gerçekleştiği gibi olmasının söz konusu olmadığını hatırlatmakta fayda var ki bu da konumuz dışında olduğu için burada ele almıyoruz.
Psikanalizde hatırlama sürecine geri dönersek, bu hatırlamanın katarsis sayesinde değil aktarım süreci içinde gerçekleştiğini görüyoruz. Özellikle nevrotik işleyişin, kişiliğin nevrotik kısımlarının ön planda olduğu kişiliklerde tedavi süresince gelişen bir aktarım sayesinde ve bu aktarımın işlenmesi ve yorumlanması sayesinde hatırlama mümkün olabiliyor. Buradaki aktarım nevrozu çocukluğu eyleme dönüştürür. Yani analizan çocukluğunu hatırlamayı bırakır ve çocukluğunda yaşadığı kimi ilişkileri, duygu, duygulanım ve düşünceleri, düşlem ve çatışmalarını analistinin nezdinde tekrarlamaya koyulur. Analistin görevi bu tür eylemselleştirmeleri, bu agieren’leri çocukluktaki arzu ve taleplerin, çocukluk çağı belleğinin güncel olarak gerçekleşmesi olarak yorumlamaktır. Bir başka deyişle analizan çocukluktaki ketlenmelerini, beceriksizliklerini, korku ve kaygılarını analistinin nezdinde tekrarlamaktadır.
İki Agieren Örneği
Analizinde yoğun bir baba aktarımı içinde olan kadın bir analizanı ele alalım. Bu kadının süreç içinde ortaya çıkan şöyle bir özelliği vardı: Benim tespit ve yorumlarımı derin bir sessizlikle karşılıyor, sonra sanki hiç konuşmamışım gibi başka bir konuya geçiyordu. Bu çok sık tekrarlanmaya başlayınca bu konuyu kendisiyle yüzleşmeye karar verdim ve şöyle bir soru sordum: Acaba yorumumu ya da tespitimi kendisine uygun mu bulmadı? Ya da dillendirmediği herhangi bir başka sebepten ötürü mü sessiz kalmayı tercih etmektedir? Analizan birden çok şaşırdı ve “bilmem ki, bir şey söylemem gerektiğini düşünmüyordum” şeklinde gevelemeye başladı. İfadelerinde kaygı tonu yüksekti. Kendisi de bir anlam veremiyordu. Analiz sürecinin tümünde tekrarlayan bu tavrının babasının evde varla yok arasında bir varlığı olduğu, hiç ya da çok az konuştuğu gerçekliğiyle bağlantısının olup olmayacağı şeklinde yaptığım yorumla durum çözüldü. Ne de olsa analizan sanki orada olmayan biriyle konuşmaktaydı ve benim konuşmam onda bir hayalet etkisi türünden tuhaf irkiltici bir etki uyandırıyordu.
Baba aktarımında bulunan erkek bir analizan ise sistematik bir biçimde seanslarına geç gelmekteydi. Bu geç kalmalar neredeyse analizin sonuna kadar devam etti. Bu, babasının aceleciliği ve sabahları hoyratça uyandırmalarının aktarım ilişkisi üzerinden analiz sürecine yansımasıydı. Direne direne, ayak sürüyerek gelmek babasının komutlarına karşı çıkmanın bir yoluydu. Mamafih bu kişinin profesyonel ilişkilerini etkileyen bu olumsuz baba aktarımı onu çocuksu bir konumda tutuyor ve görünürdeki sahte uyumluluk imajının aksine içten içe çevresiyle daimi bir çatışmanın içinde yaşamasına neden oluyordu. Tabii bu aktarım analize de direnç şeklinde yansıyordu. Bu bağlantı sayesinde diğer güncel çatışmalarının da ele alınması ve bunların sağaltımı mümkün oldu. Ama bunun için “uyanamadım”, “alarm çalmadı”, “dün gece çok geç yattım”, “bu saati değiştirmemiz mümkün mü?” türünden savuşturucu dirençlerin ele alınması ve işlenmesi epeyi bir zaman aldı.
Eyleyen Bellek ve Öznelliklerarasılık
Burada kısa bir parantez açıp nevrotik olalım, olmayalım yetişkin yaşamımızın bu tekrarlarla döşendiğini hatırlatmakta fayda var. Yaşamımızın her bir kesitini, dostluk ve sevgilerimizi, profesyonel seçimlerimizi çocukluğun farklı kısım ve dönemlerinin tekrar etmesi olarak düşünmek mümkündür. Söz konusu olan eylem halinde olan, daimi olarak eyleyen bir bellekle karşı karşıya olmamızdır. Belleğimiz daimi olarak eylem içindeyken bilincimiz, bilinçliliğimiz bu eylemlerin çok azının farkındadır. Keza aktarım ilişkisi de bu süreçlerden nasibini alır. Lacan’ın (1964), “Aktarım bilinçdışının cinsel içerikli gerçekliğinin eyleme geçmesidir” (s. 2) önermesi paradoksal bir biçimde psikanaliz pratiğinin eylemle buluşmasına işaret eder. Temsilden önce eylem harekete geçer; eylem temsilin ilk basamağı gibi durmaktadır.
Aktarımın analizanın hatırlayamadığı şeyi eyleme soktuğu şeklindeki tekniğin kuramındaki bu değişiklik sadece hatırlamak üzerine değildir. Freud bu yenilikle analiz tedavisinin farklı bir boyutunu da ortaya çıkarmaktadır, o da öznelliklerarası bir bakıştır. Bu bakış açısı da çağdaş psikanalizde daha kapsamlı bir yer tutacaktır. Söz konusu olan iki farklı ruhsallığın etkileşim içine girdiği ve karşıaktarım sürecinin de analizanın aktarımı kadar önemli bir yere sahip olduğudur. Buna verilecek en klasik örnek de analizanın eylemlerine karşı bir eylemle yanıt veren analistin tutumudur ki bu çok yaygındır. Örneğin saat değişiklik taleplerini doyurmak, seans dışında yollanan mesajları ve telefonla iletişim gibi çerçeve dışındaki süreçleri seans dışında karşılamak ve doyurmak gibi tutumlarla en basitinden başlar, analistin tarafsızlığına sekte vurmasına kadar varır: Bunlar da genellikle analistin kişisel görüşlerini ifade etmesi yani psikanaliz öncesi telkin yöntemine başvurması, daha da ileriye gidip kişisel, sosyal ya da cinsel ilişki kurmasına kadar uzanan süreçlerdir.
Şu hususu hatırlatmakta fayda var: Eylemsellik motor bir eylemin seans içinde ya da seans dışında harekete geçmesi değildir. Eylemsellik bir ötekinin üzerinde etki yaratan tüm duygu, duygulanım ve eylemin ifade edilmesidir. Bu bir sözle de olur, bir kararla da. Örneğin “eşimden ayrılmaya karar verdim” tümcesi ile “eşimden ayrılmayı düşünüyorum” tümcesi aynı ruhsal potansiyele sahip değildir. İkincisi analiz içinde çalışmaya müsait bir içerik iken birincisi analiz çalışmasının arkasından dolanan bir ruhsal tutumdur. Freud başlangıçta böyle durumları öngördüğü için baştan bir yasaklama yoluna gitmişti; analiz süreci içinde önemli bir karar alınmayacaktı. Çağdaş pratiğimizde bu tür eylemsellikleri analiz içinde konuşmak ve onları analiz sürecine dâhil etmek daha genel bir tutum olarak karşımıza çıkmaktadır. Yasak getirmek ise analistin eyleme geçmesi olarak görülmekte, tarafsızlık kuralının ihlâli olarak değerlendirilmektedir.
İki Farklı Eylemselliğe Freud’dan Bir Örnek: Eşcinsel Genç Kız
Bu iki farklı eylemselliğin, Freud’un vakalarından olan “Eşcinsel Genç Kız”(1973)[3] makalesi üzerinden Lacan tarafından[4] yorumlanışı şu şekildedir. Freud’un aktardığı bu kısa metinde genç kız iki farklı türden eyleme başvurur. Birinci eylemi âşık olduğu kadının kolunda babasının iş yerine kadar gidip gezindiği sahnedir. Buradaki amaç babayı kışkırtmak ve onun öfkesini, yani dikkatini çekmektir. Daha trajik olan ikincisi ise genç kızın sevdiği kadının ona sosyal çekincelerinden ötürü bu ilişkiye son vermek istediğini bildirmesiyle ortaya çıkar. Bu ayrılık bildirimine şiddetle tepki gösteren genç kız kendisini Viyana’nın banliyösündeki bir tren yoluna atıverir. Lacan’ın bu iki eylemselliği yorumlama biçimi farklıdır. Birincisinin anlamı belirgindir ve kışkırtıcı bir boyuta sahiptir: Özne babasına karşı düşmanca dürtüleriyle eyleminin içindedir. Oysa ikincisinde özne terk edilmişliği, bir şeymişçesine kenara atılmışlığını bedeniyle sergiler; bu çöküş süreci yok oluşu sahnelemektedir ve öznenin ortadan kalkışına, öznesizleşmeye işaret eder.
Çağdaş Psikanalizdeki Perspektif Değişikliği
Analist ve analizanın etkileşiminin analitik sürece olan katkısının bir diğer yönü de söz ve eylemin birbiriyle olan ilişkisindeki perspektif değişikliğidir. Bu ilişki başlangıçta hatırlama ve hatırlamaya karşı direnç şeklinde birbirini dışlayıcı bir şekilde ortaya konulmuş olsa da psikanaliz pratiğinin gelişmesi ve zor vakalar diye adlandırılan sınır durumlarla elde edilen deneyimlerle değişti. Eylemi mahkûm etmek bir yana dursun, eylemin kendisi özneleşme sürecinin bir parçası haline geldi. Günümüzde sınır durum diye adlandırdığımız vakalar, eylemselliği ruhsal ekonomilerinin bir düzenleyicisi olarak görmektedirler. Eyleme başvurmak onlar için bir gerekliliktir. Oysa nevrotik vakalarda bastırma mekanizması iş başındadır. Sınır durumlardaki eylemsellik analisti de sürece aktif olarak davet eden bir karaktere sahipken, nevrotik süreçlerde analist daha geri planda, dalgalı dikkatiyle daha gerilemeci bir konumdadır. Analistin aktif olarak sürece dâhil olması farklı bir dikkatin, teyakkuz halinde bir dikkatin varlığı da bir diğer farklardandır. Analistin söz konusu eylemlere bir vakadan diğerine ya da aynı vakada farklı zamanlarda anlam verme potansiyeli farklılaşır, çeşitlenir.
Dolayısıyla tekrar gözden geçirirsek, bir yandan nevrotik bir oluşum olan, bastırılmış hasmane ya da erotik dürtüsel içeriğiyle göze çarpan sakar eylemler vardır. Diğer tarafta ise anlamın o kadar şeffaf olmadığı, eylemin daha çok dürtüsel boşaltıma yöneldiği ekonomik boyut ön plana çıkar. Tabii bu iki uç arasında salınan ve her iki özelliği de içinde barındıran eylemler de mevcuttur, kimi sakar eylemlerin boşaltıma yönelik eylemler olması gibi. Bunlara en iyi örnek olarak kimi ev kazalarını gösterebiliriz. Mamafih eylemselliğin ana mekanizması boşaltımdır. Bu boşaltımı sınır durum vakaları zihinselleştirme süreçlerinden geçmeden, arzu ilkesi doğrultusunda gerçekleştirirler. İçerdiği anlam nevrozlularda olduğu gibi cinsel bir simgeselliği barındırmaktan çok ilişkiseldir. Winnicott (1969) “Antisosyal Eğilim” adlı makalesinde psikopatiye yatkın çocuklardaki eylemselliği ve şiddeti anne ile kurulan ilk ilişkilerin bozulmasına ve bunun bir mahrumiyet yaşantısına yol açmasına bağlar. Winnicott’un özgünlüğü burada şiddeti ve nefreti bir yok etme biçimi olarak değil bozulmadan önce elde edilmiş iyi bir çevrenin yeniden kurulması talebinin bir ifadesi olarak yorumlamasıdır. Winnicott’un antisosyal çocuklara dair bu tespitleri psikanalizin çağdaş pratiğinde bir model oluşturmaktadır. Eylemsellik analiz süreci içinde analistin analiz sürecini, halihazırdaki çerçeveyi, analizanın örtük talebini gözden geçirmesine vesile olacak ve daha uygun stratejileri derinlemesine çalışmasına eşlik edecektir.
Temsil ile Eylemsellik Arasındaki İlişki. Düşüncenin Kökleri. Freud ve Bion.
“Eşcinsel Genç Kız”ın eyleme geçtiği bu ikinci örnekte öznenin eyleminin içinde olmadığı süreçler yani temsil edilemeyen, simgeselleşmemiş süreçler söz konusudur. Bu süreçler çağdaş psikanalizde psikanalistin pratiğini derinden etkileyecek, temsil edilemeyenin de pratiğin kuramında yer alması önemli olacaktır. Örneğin W. R. Bion (2017) temsil edilemeyen duyu, duygu, duygulanımları, yani beta elementlerini bir tür ön düşünce olarak kabul edecektir. Anne bu beta elementlerini alfa işlevi ve rêverie yeteneği ile işleyip temsilleştirme yoluna gidecektir.
Bion’a göre bebek bir engellenme ya da hüsran ile karşı karşıya gelince iki seçeneğe sahiptir. Birincisi ve en ilkel olanı engellenme karşısında kaçarak, birikmiş tansiyonu tahliye etmek, boşaltmaktır. Ruhsallığı fakirleştiren bu yolun aksine, daha zor olan bir ikinci seçenekte, ruhsallığın hüsrandan kaynaklanan yokluğu işleyebilmesi vardır, yani yokluğu, olumsuzu düşünmeye sevk edecek yollara başvurması istenir, hedeflenir.
Burada bir parantez açıp Bion’un referans aldığı Freud’daki dürtü temelli düşünme modeline geri dönmekte fayda var. Freud patolojik ya da patojen düşünceyle yakından ilgileniyordu ama düşünmenin kendisiyle doğrudan ilgilenmemişti. Mamafih 1911 yılında yayımladığı “Formulations sur les deux principes du cours des événements psychiques” (Zihinsel İşleyişin İki Temel İlkesi)[5] adlı makalesinde Freud’un ele aldığı hususlar, daha sonra W. R. Bion’un düşünce ve düşünme üzerine, düşünmenin doğuşu üzerine referans noktası olacak bir metindir. Bu metinde düşüncenin motor eylemle olan ilişkisini daha yakından kavrayabiliriz.
Metne, insan zihninin işleyişine patolojiyle ve gerçeklikle kurulan ilişkiyle başlayan Freud, nevrozlunun gerçeklikten kısmen ya da tümüyle koptuğunu zira gerçekliğin onun için dayanılmaz olduğunu, yani acı verici olduğunu ileri sürer. Bunun uç durumu varsanısal psikozlarda mevcuttur. Psikozu tetikleyen unsur inkâr edilir. Acı dışarıya püskürtülür ve bir tür yeni gerçeklik yaratılır. Aynı şekilde nevrozlu da gerçekliğin bir kısmını kenara atar, inkâr eder, görmezden gelir. Freud psikanaliz tedavilerinde elde edilmiş bulguların kimi özelliklerine binaen bir takım bilinçdışı süreçlerle karşı karşıya gelindiğini ileri sürer. Bu süreçlerin birincil olduğunu yani ruhsallıktaki en eski süreçler olduğunu ileri sürer. Bu süreçler Freud’a göre insan zihninin gelişim sürecindeki en eski durumlar olup, en bariz özellikleri haz ilkesine göre hareket etmek, yani haz elde etmektir. Bu süreçler hazzın olmadığı bir durumla, hazsızlıkla karşı karşıya gelince geri çekilir. Haz/hazsızlık diye adlandırdığı bu ilkenin izdüşümlerini rüyalarda olduğu kadar gündelik hayatta da görürüz. Rüyalar arzu gerçekleşmesinin sahnelenmesidir, haz odaklıdır. Günlük yaşamda da sık sık acı veren durumlardan kaçınırız, hatta çoğu zaman görmemeyi, karşılaşmamayı yeğleriz. Rüyalarda arzu gerçekleşmesi varsanısal bir biçimdedir. Arzu imgelerle, resim ve seslerle betimlenir, görsel ve işitseldir. Bebekteki ruhsal işleyiş bu zihinsel durumun prototipidir. Açlıkla fiziksel ihtiyaçlarla mücadele eden bebek meme arayışında, yani haz arayışında bir engellenme ile ya da bir hüsran ile karşılaştığında varsanıya başvurur. Bu varsanısal mekanizma bebeğin haz arayışındaki ilk yaratımıdır. Uykuya dalarken ağzını şapırdatan bebeğin memeyi yarattığına şahit oluruz. Ama tabii bu yaratım ilelebet sürmez, süremez; zaten Freud bunu bir dipnotta kendisi de söylüyor; haz ilkesinin mutlak bir hali yoktur, bu sürdürülemez bir durumdur. Ama bu kurgunun, bebeğin anne bakımı altında iken gerçekleştirmeye çalıştığı şeyin böyle bir sistem olduğunu, mutlak bir haz arayışı olduğunu ileri sürmek yanlış olmazdı der Freud.
Mamafih haz arayışındaki engellenme ya da hüsran uzun sürerse ve varsanısal başvuru artık yetersiz kalırsa ruhsal aygıt dış dünyada ne olup bittiğini temsil etme yoluna girer ve orada gerçek bir değişiklik yapmaya koyulur. Böylece ruhsal aygıtın yeni bir ilkesi ortaya çıkar. Temsil edilen şey artık haz veren varsanısal bir şey değildir. Artık ruhsal aygıt nahoş da olsa gerçek olanı temsil etmeye koyulur. Gerçeklik ilkesi böylece, haz ilkesinin yanında yer alır, ya da yer almaya başlar zira bu tedricen gerçekleşir ve tabii bu, ruhsallık açısından zenginleştirici deneyimlerin önünü açar.
Dış gerçekliğe atfedilen önemin artmasıyla dış dünyaya doğru gittikçe açılan duyusal organların ve onlara bağlı bilinçliliğin önemi de artar. Bu bilinçli olma hali daha önceki haz/hazsızlık halinden çok farklıdır ve bilinç duyusal özellikleri de kavramaya başlar. Bu bilinçlilik halinden ortaya yeni bir işlev çıkar, o da dikkattir. Şöyle ki içerde ortaya çıkan ve ertelenmesi zor olacak bir ihtiyaca karşı dış dünyada olup biteni önceden izlemek, düzenli olarak dışarıyı kolaçan etmek bu işlevle ilgilidir. Bu, duyuların yarattığı izlenimlerden farklıdır. Eski işleyişte duyular pasif bir şekilde elde ediliyordu.
Bütün bunlar olup biterken aynı zamanda bir işaret sistemi de devreye girer. Bu sistemin amacı bilince bağlı bu ruhsal aktivitenin sonuçlarını depolamaktır. Freud’a göre bu, bellek dediğimiz şeyin bir kısmıdır.
Dikkat ve bellekten sonra ruhsal aygıtın bir üçüncü özelliği, karar verme ve değerlendirme edimi ortaya çıkar. O da şudur: Başlangıçta bir takım temsiller vardı ve hazsızlık yarattığından onlar kovulmaya yani bastırılmaya mahkûmdu. Oysa şimdi ruhsal aygıt hazsızlık karşısında hemen korkup geri çekilmiyor, ortaya çıkan temsillerin dış dünyada olup bitenle aynı olup olmadığına bakıyor. Gerçekliğin bıraktığı bellek izleri ile kendi temsillerini kıyaslıyor. Bir başka deyişle bir şeyin, zihindeki ya da temsildeki bir şeyin dış dünyada da var olup olmadığına bakıyor. Ki daha sonra bu şeyin iyi ya da kötü olup olmadığına karar verecek mercinin de bu olduğunu ileri sürecektir. “İyi olan şeyler içeri alınır, kötü dışarıya püskürtülür” şeklindeki önermesine “Değilleme” adlı makalesinde Freud (1992) daha ayrıntılı bir şekilde yer verecektir. Böylece ruhsal aygıt haz ilkesinin hükmü altındayken hem dış hem de iç uyarımlardan gelen enerji yükünü motor yoluyla yani mimiklerle, çırpınışlarla, ses ve bağırışlarla tahliye ederken, şimdi farklı bir yol seçer. Boşaltım mekanizmasının yerini bir hedef taşıyan eylem alır. Buradaki eylem temsil etmenin ilk adımıdır.
Biraz daha geriye gidelim ve Freud’un 1895 tarihli “Bilimsel Bir Psikolojinin Taslağı” adlı makalesine bakalım.[6] Eylem burada çaresiz bebeğin yardımına koşan annenin yardımında ortaya çıkıyor. Beslenme ve rahatlatılma arzularını karşılayan anne, bebeğin motor eylemlerle çaresini bulamadığı çırpınışlarına dışarıdan bir eylemle karşılık verir. Yine aynı makalede Freud insan organizmasının bu yardımı tek başına sağlayamayacağını vurgular ve bu “özgül eylem”in (action spécifique), yani annenin eyleminin bebeğinin yerine düşünmek olduğunu dolaylı olarak ifade eder. Burada altı çizilmesi gereken nokta W. R. Bion’un (2017) düşünme kuramındaki annenin rêverie yeteneğinin ve bebeğinin hizmetine sunduğu özgül eyleminin temelinde de düşüncenin yattığı değil midir? İlk temsil ya da düşünce annede filizlenir ve bir eylem yoluyla bebekteki henüz düşünemeyen beta elementleri ile birleşir. Böylece Freud’un Formülasyonlar’da altını çizdiği motor deşarj yolunun ortadan kalkmasının, düşünme sürecinin kendisi ile mümkün olması daha belirginleşiyor.
Eylemin İçindeki Düşünce. Birlikte Ortaya Çıkarılan, İnşa Edilen Düşünce. Son Söz Yerine Kısa Notlar.
Eylemin başlangıçta organizmanın taşıyamayacağı yüklü miktardaki enerjiyi motor refleks yoluyla tahliye etmek şeklinde kullanıldığını ama yine bir eylem yoluyla, temsilin dışarıda var olup olmadığına bakmak, temsili dışarıda aramak gibi eylemler yoluyla enerjiyi bağlayarak temsilleştirmeye ve düşünmeye sevk ettiğine tanık oluyoruz. Bu aynı zamanda bize Winnicott’un nesne arayışını çağrıştırmıyor mu? Seans içindeki eylemin analistin ruhsallığında bir etki yaratacak olması bu arayışın bir tezahürü olarak ortaya çıkmaktadır.
Eylemin içinde düşüncenin de olduğu tespitinden yola çıkan çağdaş psikanaliz pratikleri analist ve analizanın beraber inşa ettikleri süreçlere dikkat çekmişlerdir. Birlikte düşünülen, birlikte inşa edilen (“co-pensée”, “co-construction”) analitik malzeme sık sık henüz bir biçime kavuşmamış temsillere biçim kazandırmakta, düşünme fonksiyonlarını harekete geçirmektedir.
Keza psikiyatri kurumlarında bir analist tarafından yürütülen ve kimi zor vakaların birlikte düşünüldüğü, vakanın tüm ekip tarafından farklı yönleriyle ele alındığı ve düşünüldüğü çalışmalar da temsil ve anlamın ortaya çıkmasına vesile olmaktadır. Farklı araç ve gereçlerin kullanıldığı kurum psikoterapilerinde hastaya sunulan malzemenin yoğrulabilir, çalışılabilir olması da önemlidir. Tıpkı çocuğun zihinsel ve motor becerilerine uygun nesne ve aktiviteler olduğu gibi aynı şekilde söz konusu kurum içindeki vakalarla da çalışmaya uygun yoğrulabilir aracıların[7] olması önemlidir: Müzik, resim, film gösterimleri, dans ve hareket gibi aktiviteler de simgeleşme süreçlerine eşlik ederler.
Tekrarlayan eylemler, acting out’lar, genellikle travmalı bir geçmişin kimi kısımlarının ekip üzerinde simgeleşme çabalarıdır. Unutmayalım nevrozlunun tekrarlayan eylemleri haz elde etmek içindir. Oysa travmalı bir zihinde bu tekrarlama eylem içinde olan bir hafızanın tehlike içerdiği varsayılan bir dünyayı kontrol etme çabasıdır. Bu kontrol sürecinde uygun zamanda ve uygun bir dinleyici nezdinde travmalı bireyin nesneye doğru attığı bir adım sayesinde birlikte çalışmanın, birlikte düşünmenin kapısı açılır. Dürtünün boşaltım yönündeki ilerleyişi bağ kurmaya, nesne üzerinden bağ kurmaya yönelir. Bu da düşünmenin ilk adımı değil midir?
KAYNAKÇA
Bion, W. R. (2017). Tereddütlü düşünceler. (N. Erdem, Çev.). İstanbul: Metis Yayınları (Özgün eser 1962 tarihlidir).
Habip, B. (2007). Joseph Breuer: psikanalizin gizli ebeveyni. Psikanalizin içinden içinde, (s. 126). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Freud, S. (1973). Sur la psychogénèse d’un cas d’homosexualité féminine. Névrose, Psychose et perversion içinde. Paris: PUF. (Özgün eser 1920 tarihlidir).
Freud, S. (2006). Esquisse d’une psychologie scientifique. Lettres à Wilhelm Fliess, 1887-1904 içinde. (s. 593-693). Paris: PUF. (Özgün eser 1895 tarihlidir).
Freud, S. ve Breuer J. (2001). Histeri üzerine çalışmalar. (E. Kapkın, Çev.). İstanbul: Payel Yayınları. (Özgün eser 1895 tarihlidir).
Freud, S. (2004). “Remémoration, répétition et perlaboration”. Libres cahiers pour la psychanalyse içinde. 2004/1 (Özgün eser 1914 tarihlidir).
Freud, S. (1984). Formulations sur les deux principes du cours des événements psychiques. Résultas, Idées, problèmes içinde (s. 136). Paris: PUF. (Özgün eser 1911 tarihlidir).
Freud, S. (1992). La négation. Oeuvres complètes XVIII. Ciltiçinde. (s. 168) Paris : PUF. (Özgün eser 1925 tarihlidir).
Lacan, J. (1964). Le Séminaire livre XI, Les quatre concepts fondamentaux de la psychanalyse, Paris : Le Seuil (1973 basımı (Bahseden Michels, A.
Penot, B. (1989). J. Lacan, séminaire « L’acte psychanalytique ». Figures du déni içinde. Paris: Dunod.
Winnicott, D. W. (1969). La tendance antisociale. De la pédiatrie à la psychanalyse içinde. Paris: Petite Bibliothèque Payot, (Özgün eser 1956 tarihlidir).
Roussillon, R. (2016). Birincil simgeleştirme üzerine çalışmaya giriş. N. Erdem (Haz.), Uluslarası psikanaliz yıllığı 2016: Ölüm dürtüsü. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. (Özgün eser 2015 tarihlidir).
* Bella Habip, Psike İstanbul ve IPA üyesi eğitim psikanalisti. Aynı zamanda Paris Psikanaliz Cemiyeti üyesidir.
[1] Bkz. Freud, S. (2004). “Remémoration, répétition et perlaboration”. Libres cahiers pour la psychanalyse içinde. 2004/1. (Özgün eser 1914 tarihlidir).
[2] Bkz. Habip, B. (2007). Joseph Breuer: psikanalizin gizli ebeveyni. Psikanalizin içinden içinde, (s. 126). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
[3] Freud, S. (1920). « Sur la psychogénèse d’un cas d’homosexualité féminine » (1920), Névrose, Psychose et Perversion içinde, Paris, PUF, 1973, p. 245-270.
[4] Bkz. Bahseden Penot. B. (1989). J. Lacan, Séminaire « L’acte psychanalytique ». Figures du déni içinde. Paris: Dunod.
[5] Freud, S. (1984). Formulations sur les deux principes du cours des événements psychiques. Résultas, Idées, problèmes içinde ( s.136). Paris: PUF. (Özgün eser 1911 tarihlidir).
[6] Bkz. Freud, S. (2006). Esquisse d’une psychologie scientifique. Lettres à Wilhelm Fliess, 1887-1904 içinde. (s. 593-693). Paris: PUF (Özgün eser 1895 tarihlidir).
[7] Bkz. Roussillon, R. (2016). Birincil simgeleştirme üzerine çalışmaya giriş. N. Erdem (Haz.), Uluslarası psikanaliz yıllığı 2016: Ölüm dürtüsü, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. (Özgün eser 2015 tarihlidir).