Aylık arşivler: Ekim 2020

Çift ve Üçüncü

Jean Auguste Dominique Ingres, Oedipus and the Sphinx, 1808

Çift ve Üçüncü: Sunuş

Psikanalizin Dili dergisinin açılışını “Eros ve Thanatos” temasıyla yapmış, Freud’un yaşam dürtüsü-ölüm dürtüsü düalizmini çağdaş kuramcıların katkıları doğrultusunda tartışmıştık. İkinci sayının konusu ise “Günümüzün Narsisizmi”ydi. Narsisizme dair Freud ve Freud sonrası görüşlerin ele alındığı dosyada, narsisist bireyin dinamikleriyle birlikte, narsisizmin grup süreçlerindeki tezahürleri aydınlatılmaya çalışılmıştı.

Üçüncü sayı ise “Çift ve Üçüncü” teması ile okuyucuyla buluşuyor. Oidipus durumu çocuğu üçüncüyle karşılaşmaya sevk eder ve üçüncülük işlevi bireyin ruhsallığında kurucu ve örgütleyici bir rol üstlenir. Günümüzde Oidipus karmaşası kavramının genişlediği düşünüldüğünde çağdaş yaklaşımlar doğrultusunda gözden geçirilmesi anlamlı olabilir ve verimli bir tartışma ortamı oluşturabilir.

“Çift Nesnesi” isimli çalışmasında René Roussillon, üçüncülük işleviyle karşılaşmanın bir sonucu olarak Oidipal krizin biçimleri ve esasları üzerinde duruyor; Oidipus’tan çıkmadığımızı ya da Oidipus’un çözülerek erimediğini, fakat Oidipal krizin sonuçlarının düzenlenmesi suretiyle ruhsallığın örgütlendiğinin altını çiziyor. Buna karşın, üçüncülük işlevinin örgütlenmesindeki bir başarısızlık durumunda “karşı” örgütlenmenin oluşacağını, Oidipus’un deforme olmuş biçimi olan ve psikotik yapılanmaya karşılık gelen “Anti-Oidipus”un gelişebileceğini vurguluyor. Roussillon ayrıca çiftin varlığında yalnız olma deneyimi yaşayan çocuğun bir yandan çiftle ilişkisini sürdürürken bir yandan da çiftten dışlanma deneyimi yaşamasının önemini irdeliyor.

Çift Nesnesi

René Roussillon

Giriş

“Ödip” olarak adlandırdığımız şey hakkında öne sürdüğüm düşünceleri sizlere tanıtmak için bu mesele üzerindeki diyalogu aşındıran ve önemli sayıda yanlış anlaşılmanın kökeninde yer alan terminolojik soruları anımsayarak başlamayı  gerekli görüyorum.  

60’lı yıllarda Fransız Psikanalizi’nin kimi teorisyenleri “narsisizmi” ve “narsisistik” durumları (instances narcissiques) dürtüsel hayatla karşılaştırmak için bireyselleştirmeyi önerdiklerinde, psikanalitik vulgatada[1] ya da günlük teatide önceden edinilmiş olan alışkanlık, pregenital ile o sırada “preödipal” olarak adlandırılanın, dürtüsel organizasyon ile içerisinde yayıldığı ilişkisel matris sorununun karıştırılarak üst üste binmesi idi. Freud’da dahi küçük bir izini gördüğümüz bu kavramsal bükülme, bütün bir dizi teorik bükülmenin (ve hatta “fallik” pregenital üvey anneye karşıt “iyi ödipal annelerin” ortaya çıktığını görebildik) temelindedir ki bunların ne klinik ne de teorik tartışmaları aydınlatmaya katkıda bulunduğundan emin değilim. Psikanalitik dünyada ve daha da geniş bakarsak, kendilerini “klinik psikanalitiğin” dünyasında gören klinik uzmanların dünyasında, hiç kimse kavramların doğru kullanımı konusunda yasa koyucu değildir ve ancak müşterek tartışma ile düşünceyi ilerletmekle yetinebiliriz.  

Şahsen, klinik olduğu kadar teorik olan konumumun, mevcut düşüncemde geliştirmeyi arzu ettiğim şeyin ön koşulları olan bir dizi ayrımla netleştiğini düşünüyorum.

Üçüncülük ve Ölü Anne Karmaşası Bağlamında Sağ Kalan Nesne-İlk Kısım

Jan Abram

Üçüncülük ve Ölü Anne Karmaşası Bağlamında Sağ Kalan Nesne
İlk Kısım

Dr. André Green 1927’de Kahire’de doğru. Çocukken Paris’e göç etti ve 30 yaşında psikanaliz kariyerine başladı. 1965’te psikanalist vasfını aldı ve Paris Psikanaliz Cemiyeti (SPP) üyesi oldu. Aradan neredeyse 20 yıl geçtikten sonra bu derneğin Başkanı oldu.

Green’i Squiggle Vakfı’nın 1987’de düzenlediği halka açık bir konferansta ilk kez dinlediğimde Paris Psikanaliz Cemiyeti’nin başkanıydı. 60 yaşındaydı ve 20 yılı aşkın bir süredir psikanalist olarak çalışıyordu. İngilizcede yalnızca tek bir kitabı yayımlanmış olsa da (Green, 1986) çok sayıda makalesi ve kitabı basılmıştı.

Buna karşılık ben onun yarı yaşındaydım ve psikanalize yeni başlamıştım. Özel muayenehanemi henüz yeni açmıştım ve Squiggle Vakfında henüz ders vermiyordum. Bunu yapmaya 1989’da başladım. Üstelik o vakitler The Language of Winnicott [Winnicott’un Dili] başlıklı bir kitap yayımlamak şöyle dursun Winnicott’un çalışmaları üzerine yazacağımı hayal bile etmemiştim.

Öyleyse André Green’in çalışmaları nasıl oldu da başından beri üzerimde böyle bir etkiye sahip oldu? Green’in çalışmalarında daha yolun başındayken beni etkilemiş olup bugün hâlâ etkilemeye devam eden o şey neydi? Bugün üzerine kafa yoracağım sorular bunlar.

Üçüncülük ve Ölü Anne Karmaşası Bağlamında Sağ Kalan Nesne-İkinci Kısım

Jan Abram

Üçüncülük ve Ölü Anne Karmaşası Bağlamında Sağ Kalan Nesne
İkinci Kısım

İkinci Kısımda, İlk Kısımda sunulmuş olan klinik çalışmayı Green’in “tarihsel”, “güncelleşmiş yansıtma” ve “ölü anne karmaşası” kavramları aracılığıyla tartışarak başlayacağım. Söz konusu kavramlar, Jill’in analiz durumuna getirmiş olduğu “kataloglanmış travma”yı anlamlandırmama yardımcı olmuş yerinde kavramlardır.

İnsanoğlunun “Tarihsel Doğası”

André Green “analizde geri kazanılan anılar” ve analistin ruhun derinindeki “tarihsel bir şeye tanıklık etmesi” arasındaki farkı tartışmaktadır. “Tarihsel” ifadesiyle ne demek istediğini tarihsel olanın aşağıdakilerin bir kombinasyonu olduğunu söyleyerek açıklamaktadır:

 (…) gerçekleşmiş olan, gerçekleşmemiş olan, gerçekleşmiş olabilecek olan, bana değil başkasının başına gelmiş olan, gerçekleşmiş olması mümkün olmayan ve son olarak (…) kişinin gerçekte gerçekleşenin temsili olarak hayal etmeyeceği şey (Green, 1987).

Bu nedenle, ki bu psikanaliz için temel teşkil eder, “gerçek olay” diye bir şey yoktur çünkü olay daima zihinlerimizdeki çeşitli gelişim evrelerinde kümelenmiş ve çok katmanlı bir ruhsal yapıya dönüşen yukarıdaki değişkenlerle doludur. Bu katmanlardan kimi bilinçli olacaktır ama büyük kısmı ya bilinç öncesi ya da bilinçdışıdır. Green gerçek bir olaydan geriye kalanın çoğu zaman yalnızca bir perde anı olabileceğini söylemektedir.

Günümüz Ebeveynliğinde Kadınsı, Annesel, Erkeksi, Babasal: Genişlemiş Oidipus ve Her Durumda Var Olan Çocuksu

Florence Guignard

Günümüz Ebeveynliğinde Kadınsı, Annesel, Erkeksi, Babasal: Genişlemiş Oidipus ve Her Durumda Var Olan Çocuksu

Giriş

Düne kadar, Freud sonrası psikanaliz topluluğunun tamamı Oidipus Karmaşasının çözümlenmesi -asimptotik olsa da[1]– için gereken temel ölçütlerin cinsiyet ve kuşak farklılığının tanınması olduğunu düşünmekteydiler.

            Günümüz Batı toplumunda, toplumun nesil farkını ilgilendiren dikey ekseni birkaç on yıldır tehlikededir. Cinsiyet farklılığı konusunda ise iki çelişkili eğilimin eşzamanlı olarak geliştiğini gözlemliyoruz:

  1. Bir yandan feminizm ve toplumsal cinsiyet çalışmaları ile yayınlarının getirdiği hareketlilik sonrasında, şu anda kadınlar ve erkekler arasında sürekli olarak kurulmuş olan köprülerin olduğu, kız ve erkek çocukların aynı eğitimi paylaştığı, farklı cinsiyetler arasında karşılaştırma ve benzerliklerin geliştiği ve özdeşleşmenin kişinin sahip olmadığı biyolojik cinsiyetin ya da kişinin hayatı paylaşmayı hayal etmediği biyolojik cinsiyetin nesne ilişkilerinin farklı katmanlarından doğduğu bir “toplumsal cinsiyet sonrası” döneme gelmiş bulunmaktayız. Durum mükemmel olmaktan çok uzak olsa da, derinlemesine simgesel işleme bu nedenle sürekli olarak gelişmekte görünüyor.
  2. Ancak diğer yandan, kimliğimizin bir parçası olan biyolojik cinsiyetimizle bağlantılı sınırların aşınmasının bir sonucu olarak gittikçe daha fazla sayıda birey kendi cinsiyetleriyle doğmuş olmaktan yaşadıkları acıyı ifade ederek, cinsiyet değiştirmeye dair ihtiyaçlarını dile getirmeye cesaret ediyor. Taleplerindeki bu somutluk, yıllar boyu sürecek olan tıbbi ve cerrahi tedavilerin yarattığı yoğun fiziksel acı ve ödenmesi gereken onca bedele rağmen, ne olursa olsun talep ettiğini elde etmeye dair etkileyici bir kararlılığı da beraberinde getiriyor. Freud’un, benliğin her şeyden önce bir beden benlik olduğuna dair söylediklerini hatırlatan, kayıp nesnenin ardından yaşanan yas süreçleri, ruhsallık içi ve kişilerarası işlevlerindeki özdeşleşme süreçleri ve derinlemesine simgesel işleme, beden benlik alanı ile ilgili bazı soruları beraberinde getiriyor.

Julio Moreno (Kişisel iletişim, 2018) bizim artık Prometheusvari bir dünya görüşünden ziyade Faustvari bir görüşün içinde olduğumuzu söyler: kibrimiz bizi sürekli olarak sınırlarımızın dışına sürükler ve biz sınırlarımızı nasıl aşacağımızı bulmak için onları birer fırsat olarak görürüz. Ancak, bilinçdışı kısımlar da dahil olmak üzere, bağlı olduğumuz tüm süreçle ilgili düşünme yetimizi koruyamazsak, kimliğimizin tutarlılığı riske girebilir.

Var Olma Nedeni Olarak Yıkım-Sabina Spielrein

Sabina Spielrein

Var Olma Nedeni Olarak Yıkım
Sabina Spielrein

Cinsel sorunlarla ilgili çalışmalarımda bir soru özellikle ilgimi çekmiştir: Neden bu en güçlü dürtü, üreme dürtüsü, doğal olarak beklenen olumlu duyguların yanında, endişe ve iğrenme gibi olumsuz olanları da barındırmaktadır? Dürtüyü uygun şekilde kullanabilmek için kaygı ve iğrenme gibi bu olumsuz duyguların üstesinden gelinmelidir. Doğal olarak, bir bireyin cinsel eyleme karşı olumsuz tutumu özellikle nevrotiklerde belirgindir. Bazı araştırmacılar bu zıtlığı çocuk yetiştirme tarzımızın bir sonucu olarak açıklamaya çalıştılar: Dürtüyü sınırlar içinde tutmaya çabalarız ve her çocuğa cinsel arzuların gerçekleşmesini kötü ve yasak bir şey olarak öğretiriz. Cinsel arzuların ölüm imgeleri ile ilişkilendirilme sıklığı dikkate değerdir çünkü ölüm ahlaki çürümenin bir simgesidir (Stekel) . Gross, cinsel ürünler karşısındaki tiksinme duygusunu, onların vücuttan salgılanan diğer atıklara anatomik olarak yakın konumlanmasıyla ilişkilendirir. Freud, kaygı ve başlangıçtaki olumlu duygu tonlu olan arzuların bastırılmasına dönerek bu karşıtlığın izini sürer. Bleuler olumlu duygu tonlu içerikte kaçınılmaz olarak olumsuzun bulunuşunu bir savunma olarak ele alır. Jung’ta da şu paragrafı buldum:

Tutkulu arzu, yani libido, iki yöne sahiptir: her şeyi güzelleştiren ve belirli koşullar altında her şeyi yok eden güçtür. İnsan, sıklıkla bu yaratıcı gücün yok edici niteliğinin kaynağını tam olarak anlayamaz. Kendisini tutkularına bırakan bir kadın, özellikle günümüz toplumunda, yıkıcı niteliği çok kısa bir sürede kendinde tecrübe eder. Kendisi koşulsuz kadere teslim edenlerin nasıl sınırsız bir güvensizlik duygusu ile karşılaşabileceğini anlamak için hâlihazırdaki burjuva ahlâkı dünyasının dışına çıkmayı düşünmek yeterlidir. Üretken olmak bir kişinin çöküşünü tetikler; sonraki neslin doğumuyla bir önceki zirveye ulaşmıştır.