Psikanalizin Terapötik Etkisi Üzerine-I[1]
Hans W. Loewald
Psikanalizin terapötik etkisine dair anlayışımızdaki gelişmeler psikanalitik süreç üzerine daha derin bir içgörüye dayanmaktadır. “Psikanalitik süreç” ile kastettiğim, hastanın kişiliğinde yapısal değişimlere yol açan, hasta ve analist arasındaki belirgin etkileşimlerdir. Elli yıldan uzun bir zamandır sürmekte olan psikanalitik araştırma ve uygulama ışığında, ruhsal aygıtın oluşmasında, gelişmesinde ve sürekli bütünlüğünde çevreyle etkileşiminin oynadığı role minnet duymaktayız. Benlik gelişimi üzerine çeşitli araştırmalar yapmış psikanalitik benlik psikolojisi, bize ruhsal yapıların gelişiminde diğer ruhsal yapılarla etkileşim ve benlik oluşumu ile nesne ilişkilerinin arasındaki bağlantıya ilişkin temel sorularla uğraşmak üzere çeşitli araçlar sunar[2].
Eğer “hastanın kişiliğinde yapısal değişimlerden” bahsediyorsak benlik gelişiminin psikanalizdeki terapötik süreç içinde sürdüğünü varsayıyor olmalıyız. Ve benlik gelişiminin yeniden başlaması yeni bir nesne yani analistle kurulan ilişkiye bağlıdır. Bu yeni ilişkinin doğası ve etkileri tartışmaya açıktır. Bu girişimimizde ruhsal aygıtın oluşması ve gelişmesi için nesne ilişkilerinin önemine ilişkin anlayışımızı terapötik sürecin dinamikleri ile ilişkilendirmek üretken bir yaklaşım sunacaktır. Bununla ilgili ilk yaklaşım aşağıda belirtilmiştir.
Nesne ilişkilerini, aktarım görüngüsünü, içgüdüsel dürtüler ve benlik arasındaki ilişkileri olduğu kadar analistin analitik ortam içindeki işlevini göz önünde bulunduran az ya da çok yapılandırılmış psikanalitik kuram ve geleneğin sorunları ile ilgilenilmesi gerekmektedir. Bu sorunlarla ilgilenirken kendi düşüncemi netleştirmek için ana konudan tekrarlayan biçimde sapmayı kaçınılmaz buluyorum.
Dolayısıyla, bu makalede, ana mesele sistematik bir biçimde ele alınmamıştır. Makaledeki dört kısım resme farklı açılardan ışık tutmayı hedeflemektedir ve ana ögelerin belli belirsiz olmalarına karşın tanınabilmelerini umut etmektedir. Bu konuya yönelik daha sistematik bir yaklaşımın ilgili yazınla da kapsamlı olarak ilgilenmesi gerekirdi, ancak şu noktada bu görevi üstlenmeyi imkânsız buluyorum.
İlerlemeden önce bunun psikanalitik teknik üzerine bir makale olmadığını, tekniğe ilişkin değişiklik ya da çeşitlilik önerme amacı olmadığını belirtmek isterim. Psikanalitik teknik, psikanalizin başlangıcından bu yana değişim göstermiştir ve değişime devam edecektir. Psikanalizdeki terapötik etkinin daha iyi anlaşılması teknikte bazı değişimlere yol açabilir ancak teknik göz önünde bulundurulduğunda böylesi bir netleştirmenin ortaya çıkarabilecekleri dikkatlice ele alınmalı, çalışılmalıdır ve bu makalenin konusu değildir.
I
Hasta ve analist arasındaki nesne ilişkisi gerçeğinin kanıksanmış olmasına karşın terapötik etki ve analitik ilişki içinde analistin rolünü göz önünde bulunduran klasik formülasyonlar, ruhsal aygıtın dinamik örgütlenmesine ilişkin güncel anlayışımızı yansıtmamaktadır. Burada bahsettiğim ruhsal aygıttır, yalnızca benlik değildir. Modern psikanalitik benlik psikolojisi, psikanalitik kurama içgüdüsel dürtülerin eklenmesinden daha fazlasını temsil etmektedir. Bana göre, ruhsal aygıtın dinamik örgütlenmesinin daha kapsamlı bir kuramla detaylandırılmasıdır ve psikanaliz tarihinin erken evrelerinde edindiğimiz içgüdüsel dürtülerimizle ilgili bilgilerimizi böyle bir psikolojik kuramla bütünleştirme sürecindedir. Psikanalitik benlik psikolojisinin psikanalizin gelişimi üzerine etkisi, benlik psikolojisinin ruhsal aygıtın öylesine bir parçası ile ilgilenmediğini ancak ruhsal aygıtın bütününe yeni bir boyut kattığını göstermiştir. Bu noktaya daha sonra tekrar değineceğim.
Bir analizde, hem ilkel hem üst düzey etkileşim süreçlerini, yani hasta ve analist arasında benlik bütünleşmesine veya dağılmasına sebep olan veya basamak olan etkileşimleri gözleme ve araştırma imkânına sahibiz. Bütünleştirici (ve dağıtıcı) deneyimler olarak adlandırabileceğim bu tür etkileşimler pek çok zaman olur ama kimi zaman dikkatimizden kaçabilir ve fark edilmeden kalabilir. Hastası ile etkileşim halindeki analistin kendisini gözlemesindeki güçlüğün yanı sıra, kuramsal yanlılıktan kaynaklanan özgül bir neden de bu tür etkileşimlerin sadece fark edilmemekle kalmayıp aynı zamanda yadsınmasıdır. Kuramsal yanlılık ruhsal aygıtın kapalı bir sistem olarak görülmesidir. Böylece analist yalnızca çocukluk çağı nevrozuyla sonuçlanan çocukluk döneminin aktarım nevrozunun gelişimi, kristalize oluşu ve çözülmesi üzerinden yeniden sahnelenen ve yeniden harekete geçirilen analitik sahnenin oyuncularından biri olmakla kalmaz aynı zamanda bilinçdışına rağmen, özenli bir yansızlıkla nitelenen, yansıtıcı bir ayna işlevi görür.
Analistin nötralitesi şu durumlarda gereklidir: (i) analistin kendi duygusal girdilerinin gözlem alanını bulandırmasını engelleyecek bilimsel nesnelliği sağlamak, (ii) hastanın aktarımları için boş bir levha (tabula rasa) temin etmek. İkincisi, bilimsel nesnellik için genel talep ve kişisel konuların karışmasından kaçınma ile yakından ilişkili olsa da analitik süreçle özgül bir biçimde ilişkilidir; analist belirli süreçler için yalnızca bir gözlemci gibi işlev görmez, aynı zamanda sözel iletişimle hastaya bilinçli ve özellikle bilinçdışı süreçlerini bir ayna gibi etkin bir biçimde geri yansıtır. Bu nötralitenin özgül bir görünümü, analistin kendisine aktarılan çevresel figürün (ya da onun tam karşıtının) rolüne girmekten kaçınması gerekliliğidir. Ona verilen role girmek yerine aktarım durumunda hastanın analiste ve kendine atadığı rolleri ona düşündürtebilmek için yeterince nesnel ve nötr kalmaya çalışmalıdır. Böylesi bir nesnellik ve tarafsızlığın terapötik ortamdaki anlamının daha net anlaşılması gerekmektedir.
Analitik ortama yeni bir gözle bakalım. Benlik gelişimi ruhsal aygıtın giderek daha fazla bütünleşme ve ayrışma sürecidir; psikoz ya da nevroz olmadıkça bu sürecin gelişimi herhangi bir noktada durmaz, her ne kadar genellikle Oidipus karmaşası döneminin etrafında benlik örgütlenmesinin belirgin bir sağlamlık kazanmış olduğu doğru olsa da. Bir diğer sağlamlaşma edinimi ergenliğin sonuna doğru olur ve daha sonra yaşamın ilerleyen evrelerinde bu sağlamlaşmaları belli belirsiz görürüz. Bu daha sonraki sağlamlaşmalar -ve bu önemlidir- benlik gerilemesi ile karakterize olan benlik dezorganizasyonu ve yeniden örgütlenmesi dönemlerini izler. Erikson, benlik gerilemesine ilişkin bu dönemlerin bazı türlerini kimlik krizlerindeki takip eden yeni sağlamlaşmalar olarak tanımlamıştır. Bu bakış açısına göre analiz, benlik dezorganizasyonunu ve yeniden örgütlenmesini uyaran dönem ya da dönemlerle nitelendirilebilir. Aktarım nevrozu da benlik dezorganizasyonunun ve yeniden örgütlenmesinin tetiklenmesi sonucu oluşur. Böylece analiz, benlik gelişimini görece durakladığı pozisyondan harekete geçirici, veya gelişimini daha sağlıklı bir yöne ve/veya bütünlüğe ilerletici bir girişim işlevi görür. Bu noktaya (kontrollü) gerileme teşvik edilerek ve bundan yararlanılarak ulaşılır. Bu gerileme, sayesinde aktarım nevrozunun anlaşılabileceği önemli görünümlerden biridir. Çocukluk çağı nevrozunun yeniden canlandığı aktarım nevrozu, sadece analistin teknik becerileri ile harekete geçmez, aynı zamanda analistin kendisini hastasıyla arasında “yeni bir nesne ilişkisi” gelişmesine müsait bir konuma sokabilmesiyle oluşur. Hasta bu yeni nesne ilişkisini eski olana uyarlamaya çalışır. Öte yandan hasta “olumlu aktarım” (bir direnç olarak olumlu aktarım değil de “aktarımın” analizin tüm sürecini taşıdığı anlamında) geliştirdiği sürece bu yeni nesne ilişkisi potansiyelini direncin çeşitli evrelerinde canlı tutabilir. Hasta, analist tarafından temsil edilen yeni bir nesne ilişkisi potansiyeline tutunabilirse ancak o zaman onu çocukluk çağı kaygı ve çatışmalarıyla yeniden karşı karşıya getirecek aktarım nevrozunun gerileme krizinin içine dalma cesaretini gösterebilir.
Analitik olduğu kadar yaşam deneyiminden de biliyoruz ki, kendilik gelişiminin yeni hamleleri, yeni nesne ilişkilerinin oluşmasıyla birlikte ortaya çıkan, kişinin kendine dair “gerilemeli” yeniden keşifleriyle çok yakından ilgili olabilir ve bu da “nesnelere” dair yeni bir keşif anlamına gelir. Yeni nesnelerin keşfedilmesi değil nesnelere dair yeni bir keşif diyorum, çünkü yeni nesne ilişkileri kişinin nesne ilişkisi gelişiminin erken dönemde izlediği yolları yeniden keşfetmesine imkân tanır. Bu da kişinin nesneleriyle ve kendisiyle ilişki kurmasına yeni bir yol sağlar. Kendisine ve nesnelerine dair bu yeni keşif, benlik ve nesnelerin yeniden örgütlenmesi “yeni bir nesne” ile karşılaşmayla mümkündür ve bu yeni nesnenin süreci ilerletmek için birtakım özelliklere sahip olması gerekir. Analistin kendisini hasta için ulaşılabilir kıldığı ve hastanın analiz boyunca tutunduğu bu yeni nesne ilişkisi “olumlu aktarım” kavramının[3] tanımlarından biridir.
Analistin tarafsızlığı nedir? Potansiyel olarak yeni bir nesne olan analistle karşılaşmada, bu yeni nesnenin, aktarım nevrozu içinde örtük olan benliğin yeniden örgütlenmesi sürecini kolaylaştırabilmesi için birtakım özelliklere sahip olması gerektiğinden bahsetmiştim. Bu özelliklerden biri nesnelliktir. Nesnellik hasta için bir nesne olarak ulaşılır olmaktan kaçınmak değildir. Analistin nesnelliği hastanın aktarımdaki çarpıtmalarına gönderme yapar. Bu çarpıtmaların giderek daha fazla nesnel bir biçimde analiz edilmesiyle, bu aktarımlarla temsil edilen engelleri adım adım saf dışı ederek, yeni bir nesne ilişkisine doğru, analist yalnızca potansiyel olarak değil bilfiil yeni bir nesne olarak ulaşılabilir olur. Analistin, bir nesne olarak ulaşılabilirliğini, yalnızca aktarımı üzerine çekmek için bir araç olarak kullandığını düşünme eğilimi vardır. Ulaşılabilirliğinin, hastanın aktarımlarını yansıttığı, analistin de bunları yorum şeklinde ona geri yansıttığı bir ayna ya da ekran vazifesi gördüğü düşünülür. Bu bakış açısına göre, analizin ideal sonlanma noktasında artık daha fazla aktarım yoktur, aynaya yansıtılacak bir şey kalmamıştır ve ayna da geri yansıtacağı bir şey kalmadığı için feshedilebilir.
Bu sadece kısmen doğrudur. Analist aslında yalnızca aktarım çarpıtmalarını yansıtmaz. Yorumlarında, hastanın aktarım yorumlandıkça aşama aşama kavradığı, çarpıtılmamış gerçekliğin çeşitli görünümlerini de belirtir. Çarpıtılmamış bu gerçeklik analist tarafından hastanın aktarım çarpıtmalarını yontması kanalıyla iletilir ya da Freud’un, Leonardo da Vinci’nin bir ifadesini kullanarak çok hoş bir şekilde açıkladığı gibi resimdeki “per vi adi porre” değil ama heykeldeki ‘per vi adi levare’ gibi; heykel yaparken ortaya çıkan figür mevcut materyalden bazı parçalar çıkarılarak oluşurken resim yaparken mevcut materyale eklemelerle oluşur. Biz de analizde, nevrotik çarpıtmaları çıkartarak gerçek forma ulaşıyoruz. Ancak tıpkı heykelde olduğu gibi, en temel şekilde bile olsa, bizim de ortaya çıkacak şekle dair bir imgemizin olması gerekmektedir. Analizde hasta kendisini analiste göstererek, tüm çarpıtmalar aracılığıyla bu tip bir imgenin en temel halini sunar ve analist zihninde bu imgeye odaklanır ve böylece onu neredeyse tümüyle yitirmiş olan hasta için emaneten taşır. Yeni bir nesne ilişkisinin tohumunu simgeleyen işte bu karşılıklı narin bağdır.
Analistin hastadan aktarımla gelen çarpıtmalara karşı nesnelliği ve bu bağlamdaki tarafsızlığı, bir bilim adamının çalışmasındaki “tarafsız” tutum ile karıştırılmamalıdır. Yine de, bilimsel bir gözlemci ile onun inceleme konusu arasındaki ilişki, analitik ilişkiye şu sapmalar dahilinde model olmuştur: analitik deneyin özgül koşulları altındaki özne, etkinliklerini gözlemciye yöneltir ve gözlemci bulgularını sonuçları dönüştüreceğine inanarak özneye doğrudan geri yöneltir. Fakat modelden bu şekilde sapılması ilişkinin tüm yapısını değiştirmiştir; sadece yeterince temsil edici ve faydalı olmaması açısından değil, fakat yanıltıcı olması açısından. Özne etkinliklerini analiste yönlendirdiğinde, analist özne tarafından bir gözlemci olarak bütünleştirilmez ve de gözlemci bulgularını hastaya ilettiğinde hasta artık “gözlemci” tarafından bir inceleme konusu olarak bütünleştirilmez.
Analist ve hasta arasındaki ilişki, bilim adamı ve bilimsel nesnesi arasındaki yapıya sahip olmamakla ve analistin tarafsızlığı da bu ilişkiyle karakterize olmamakla birlikte analist, bir noktaya kadar tıpkı bilimsel bir gözlemci gibi, hastası ve kendisi arasındaki etkileşimi gözleyebilir. Fakat buradaki etkileşimin kendisi bilimsel tarafsızlık modeli tarafından yeterince temsil edilememektedir. Bu modeli kullanmak, eksik gözleme dayandığı için bilimsel değildir. Buradaki kafa karıştırıcı mesele karşıaktarımın nereye yerleştirileceğidir. Bu bakış açısının niyeti, analitik süreç içinde bilimsel bilginin, anlamanın ve metodolojinin rolünü yadsımak ya da azımsamak olmadığı gibi hastaya karşı hissedilen duygu yüklü tutumun ya da “rol almanın” avukatlığını yapmak da değildir. Yapmaya çalıştığım, nesnellik ve tarafsızlığa ilişkin haklı ve gerekli olanı yine tarafsızlığa ilişkin kökenlerini savunulamaz bulduğum bir modelden çıkarmaktır.
Bunun nedenlerinden birisi, terapötik analizin, doğal görüngülerin kökenlerinin ve karşılıklı ilişkilerinin araştırıldığı nesnel ve bağımsız genel bilim kategorisine giren, şüphesiz kendine ait özel bir doğası olan, nesnel ve bilimsel bir araştırma yöntemi olmasıdır. Analiste dair ideal imge yansız bir bilim adamı olmasıdır. Bu bilim adamı tarafından uygulanan araştırma yöntemi ve kendi içlerinde yaptıkları sorgulama süreçlerinin terapötik olduğu öne sürülmüştür. Bir araştırma projesinin çalışmanın konusu üzerinde neden terapötik bir etkisinin olması gerektiği kendiliğinden anlaşılamaz. Terapötik etki, analizde öznenin yani hastanın kendisinin, tıpkı bir araştırma çalışmasında olduğu gibi, tabii bu sefer kendisine yönelen bir “bilimsel projenin” giderek daha fazla içine girmesi ve bu projede bir çalışma ortağı olmasının gerekliğiyle ilgilidir. Burada hastanın gözlemleyen benliğine gönderme yapmaktayız ki bu kısım bizim bir noktaya kadar çalışmamızı dayandırdığımız, güçlendirmeye çalıştığımız ve işbirliği yaptığımız kısımdır. Burada bahsedilen aslında en genel anlamıyla özdeşleşmedir. Hasta ve analist, analiz ilerlerse, bilimsel olarak rehberlik edilen kendini dikkatle inceleme diyebileceğimiz benlik-etkinliği içinde giderek artan bir özdeşleşme içine girerler.
Böyle bir özdeşleşme olasılığı veya kademeli gelişimi, sürekli iddia edildiği gibi, başarılı bir analiz için zorunlu bir koşulsa, bu durum bilimsel yansızlık ve bir ayna objektifliği ile hiçbir ilgisi olmayan bir unsur ortaya çıkarır.[4] Bu özdeşleşmenin daha önce bahsettiğim yeni bir nesne ilişkisinin gelişimi ile ilgisi vardır. Hatta onun temelidir.
Aktarım nevrozu analistin etkili varlığında gelişir ve analiz ilerledikçe de daha çok hastanın gözleyen benliğinin “varlığında” ve gözleri altında varlığını sürdürür. Analist ve hasta tarafından yürütülen dikkatli incelenme, organize edici, “sentetik” bir benlik etkinliğidir. Benlik işlevinin gelişmesi etkileşime bağlıdır. Ne kendini dikkatli inceleme ne de sürekliliği bu dikkatli incelemeye bağlı olan ruhsal aygıtın daha özgür ve daha sağlıklı bir şekilde gelişimi, bilimsel laboratuvar koşullarının boşluğunda olur. Bütün bunlar uygun bir çevrenin varlığında ve onunla etkileşimde gerçekleşir. Analitik süreç içinde, bu çevresel ögenin, tıpkı orijinal gelişimde olduğu gibi, hastanın gözlemleyen benliği dediğimiz şey olarak giderek daha fazla içselleştirildiğini söyleyebiliriz.
Bu konuya dair başka bir taraf daha var. Analitik etkinliğin kesin surette bilimsel olduğu (sadece bilimsel bilgi ve metotları kullanmakla kalmadığı) konusundaki ısrarın içinde bilimin itibarı nosyonu vardır. Freud’a göre bilim insanı, insan türünün en gelişmiş halidir. Totem ve Tabu’da belirttiği gibi, insanın evren algısının gelişmesinin bilimsel aşamasına karşılık gelen kişinin içinde bulunduğu olgunluk düzeyidir. Bu bakışa göre, hastanın yardım edilerek kendini bilimsel bir yönden anlaması, kişiyi daha önce erişmediği evrimsel bir aşamaya doğru ilerletmesi açısından, kendi başına terapötiktir. Hasta, kendisini ve dış dünyayı animistik ya da dinî açıdan değil, nesnel bir bilimsellikle kavrayan bir bilim adamının olgunluğuna doğru yönlendirilir. Şüphesiz ki, kendiliği araştırmayı da içeren evrenin bilimsel araştırması, evren üzerinde daha fazla hâkimiyet kurmayı sağlar (acı bir şekilde farkına varmaya başladığımız üzere, bu belirli sınırlar içinde gerçekleşir). Onun üzerinde hâkimiyet kurma çalışmanın kendisi bir bilimsel etkinlik değildir. Eğer bilimsel nesnellik insanın evrenle ilgili kavrayışının en olgun evresi kabul ediliyorsa, yani bu da kişinin olgunluk düzeyinin en üst seviyesini gösteriyorsa, bizim de psikanalitik terapiyi tümüyle bilimsel bir etkinlik ve sonuçlarını da böyle bir bilimsel nesnelliğe bağlı olarak görme eğilimimiz olabilir. Bu yerleşmiş görüş konusunun ötesinde, bize 19. yüzyıldan kalan, kendiliğe ve dünyaya bilimsel yaklaşımın dinî yaklaşımdan evrimsel olarak çok daha üstün ve gelişmiş bir düzey olduğu varsayımının sorgulanmasının gerekli ve yerinde olduğuna inanıyorum. Ancak burada bunun peşinden gitmeyeceğim.
Aktarım çarpıtmalarının nesnel bir biçimde yorumlanmasıyla birlikte analist hasta için yeni bir nesne olarak giderek daha ulaşılabilir olur. Esasen bu daha önce hiç karşılaşılmamış bir nesne olması anlamında değildir; yenilik, hastanın kurduğu bu yeni ilişki üzerinden erken dönem nesne ilişkilerinin nasıl geliştiğini yeniden keşfetmesi ile olur ve bu da nesnelerle ve kendiyle yeni ilişki kurma şekillerinin ortaya çıkmasını sağlar. Aktarım çarpıtmaları vasıtasıyla hasta en azından bu çekirdeğe (kendisinin ve “nesnelerinin” olduğu) dair çarpıtılmış olan temel bilgileri ortaya koyar. Analistin hastaya ulaşmak için, gerçeklik ya da normallikle ilgili birtakım soyut kavramları değil de aktarımları ve savunmaları yorumlarken gönderme yaptığı, henüz tam olgunlaşmamış ve belli belirsiz olan bu çekirdektir. Eğer analist temel odağını görünür olmaya başlayan bu çekirdeğin üzerine yoğunlaştırırsa, o zaman kendi imgeleri doğrultusunda hastaya şekil vermekten ya da hastanın dönüşmesini beklediği şey doğrultusunda ona kendi kavramlarını empoze etmekten kaçınmış olur. Bu da temeli kişiye ve kişisel gelişime sevgi ve saygı duymak olan bir nesnelliği ve tarafsızlığı gerektirir. Bu sevgi ve saygı, etkileşimde benliğin ve ruhsal aygıtın örgütlenmesinin ve yeniden örgütlenmesinin meydana geldiği “gerçeklik” suretini temsil eder.
Burada anne-çocuk ilişkisi model olarak alınabilir. İdeal olarak, ebeveyn çocuğunun içinde bulunduğu belli bir gelişimsel süreci anlamaya çalışırken onunla empatik bir ilişki içindedir ama bir yandan da çocuğun geleceğiyle ilgili vizyonunda ondan öndedir ve onunla ilişkide onu bu vizyona yöneltir. Bu vizyon ebeveynin büyüme ve gelecekle ilgili kendi deneyimine, bilgisine dayanır ve ideal olarak çocuğun ebeveyne sunduğu varoluş çekirdeğinin daha bütünleşmiş ve açık bir versiyonudur. Burada ebeveynin gördüğü, bildiği ve çocuğuna yönelttiği “daha fazlası” çocuğun özdeşim yaparak büyümesini sağlayandır. Çocuk ebeveyninin çeşitli kısımlarını içselleştirerek aynı zamanda ebeveyninin çocuğa dair imgesini de içselleştirir. Bu imge çocuğa bedensel ve duygusal olarak binlerce şekilde aktarılır. Benlik gelişiminin bir kısmını oluşturan, anneye özgü tarafların içe atımıyla inşa edilen erken özdeşleşme, annenin çocuğa dair imgesinin içe atımını da içerir. İçe atılanın bir kısmı çocuğa dair anne tarafından görülen, hissedilen, koklanan, duyulan ve dokunulan imgedir. İçe atımı burada intrapsişik bir etkinlik olarak tanımlıyorsak burada olanın tümüyle bir içe atım süreci olmadığını eklemek daha doğru olacaktır. Çocuğun bedenine gösterilen muamele ve ilgi, çocuğun nasıl yedirildiği, ona nasıl dokunulduğu, onun nasıl temizlendiği, ona nasıl bakıldığı, onunla nasıl konuşulduğu, ismiyle nasıl çağrıldığı, nasıl fark edildiği ve yeniden fark edildiği gibi tüm bunlar ve onunla iletişim kurmanın pek çok farklı şekli, ona kimliğinin, aynılığının, bütünlüğünün, ve bireyselliğinin nasıl iletildiği onu şekillendirir ve kendisini tanımlayabilmeye, hissetmeye ve fark etmeye başlar. Kendisini ötekilerle beraber fakat ötekilerden ayrı ve bir bütün olarak görebilir. Çocuk kendisine odaklanılması sayesinde kendisini özgüvene sahip bir birim olarak deneyimlemeye başlar.
Analizde, eğer yapısal değişimleri beraberinde getiren bir süreç amaçlanıyorsa, benzer doğada etkileşimlerin olması gereklidir. Bu noktada, bu etkileşimleri erken gelişim dönemiyle kabaca açıklayarak, sadece belirtmek istediğim, nötralitenin kati gerekliliğidir ki bu da daha olgun nesne ilişkileri kurma kapasitesini içerir. Tıpkı ebeveynin çocuğun gelişimini hem takip edebilmesi hem de onun ötesinde olması gibi.
Olgun nesne ilişkileri, ilişkilenmenin aynılığıyla niteli değildir ancak optimal bir aralıkta ilişkilenebilmek ve olgunluklarının çeşitli düzeylerine uygun olarak farklı nesnelerle ilişki kurabilme yetisidir. Analizde olgun nesne ilişkileri, eğer analist hastayla her zaman potansiyel büyümeyi yani geleceği göz önünde bulundurup hastanın ortaya koyduğu farklı gelişim düzeylerinde salınarak ilişki kurabilirse sürdürülebilir. Hastayı kendi zihnindeki imgeye göre şekillendirmekten duydukları korku analistlerin, analitik kuram ve yöntem içinde gelecekle ilgili boyutu ciddi bir şekilde ele almalarına engel oluyor olabilir. Tüm psikanalitik ilginin merkezinde büyüme ve gelişim olduğunu düşünürsek bu ilginç bir ihmaldir. Bu konu ile yüzleşmeden üstbenlik sorununa yeni ve derin bir kavrayış getirmek mümkün değildir.
Hasta, benlik örgütlenmesinde yapısal değişimler elde edebilmek için olgun bir nesne ile sürekliliği olan bir ilişkilenmeye gereksinim duymaktadır. Kuşkusuz ki bu, analistin analiz boyunca hasta tarafından olgun bir nesne olarak deneyimlendiği anlamına gelmez. Analistin analitik saat içinde diğer profesyonel becerilerin yapısına benzer şekilde (sadece profesyonel çalışma saatleri içerisinde uygulanan bir beceri olması gerçeğini de kapsayarak) ve ebeveynlerin çocukları ile ilgilenirken dile getirmeden yaptıkları yoğun ve özel becerilere benzeyen bazı özel “becerileri” oluşturması ve uygulamasını gerektirir.
Analistin etkinliği ve özellikle de yorumları ve bunların hasta tarafından nasıl alındığı benliğin psikodinamikleri üzerinden düşünülmeli ve anlaşılmalıdır. Bu psikodinamikler, içe atma, özdeşleşme, yansıtma (bunlar hakkında birtakım bilgilere sahibiz) ile başlayan ve bunların ileriki yaşamda türevlerine, değişim ve dönüşümlerine (tüm bunlar savunma amacıyla kullanılmadığı sürece çok az anlaşılabilir) bakarak devam eden benlik-gerçeklik alanının bütünleştirici süreçlerinin işleyişlerine doğru düzgün odaklanılmadan çözümlenemez. Hastanın benliği ne kadar sağlamsa analitik süreçte gerçekleşen bu bütünleşme o kadar fark edilmeden veya en azından esas öge olarak düşünülüp kavramlaştırılmadan kendiliğinden olur. “Klasik” olgularla yapılan “klasik” analizde analitik sürece ilişkin bilinmeyen önemli ögeler kalır. Bu ögeler olmadıkları için değil, bu tür vakalarda fark edilmesi normal insanlarda “klasik” psikodinamikleri keşfetmek kadar güç olduğundan tanımlanmamıştır. Belirgin benlik bozuklukları olan vakalar tipik nevroz analizlerinde de rastlanan şeyleri daha abartılı bir şekilde sergilerler, tıpkı nevrotiklerde genel olarak insanlara ait psikodinamikleri daha abartılı bir şekilde görmemiz gibi. Bu klasik nevrozların analiziyle belirgin benlik bozuklukları olan vakaların analizi arasında hiçbir fark yoktur demek değildir. Benlik bozukluklarında, özellikle sınır durum vakalarında ve psikozlarda, çocuk-ebeveyn ilişkisindeki gibi süreçler terapötik durum içinde, çocuk-ebeveyn ilişkisinin en erken dönemlerine yakın ve benzer bir düzeyde yer alır. Yoğun benlik bozulmaları vakalarından uzaklaştıkça, bu bütünleyici süreçlerde, yüceltmenin daha üst düzeylerini ve daha karmaşık örgütlenmeleri gösteren iletişimin daha üst düzey biçimlerini görürüz.
…
Çevirenler: Cemile Serin Gürdal, Nurhak Çağatay Birer, Elif Okan Gezmiş
Kaynakça
Ferenczi, S. (1950). Introjection and transference. Sex in Psychoanalysis içinde, (s. 35-93). New York, NY: Brunner.
Fisher, C. (1956). Dreams, images and perception. Journal of the American Psychoanalytic Assocciation, 4(1), 5-48.
Freud, S. (1893). Studies on hysteria. J. Strachey (Haz.). The Standard Edition of the Complete Works of Sigmund Freud (Cilt 2). Londra: The Hogarth Press and the Institute of Psycho-analysis.
Freud, S. (1894). The neuro-psychoses of defence. J. Strachey (Haz.). The Standard Edition of the Complete Works of Sigmund Freud (Cilt 3) içinde, (s. 41-61). Londra: The Hogarth Press and the Institute of Psycho-analysis.
Freud, S. (1899). Screen memories. J. Strachey (Haz.). The Standard Edition of the Complete Works of Sigmund Freud (Cilt 3) içinde, (s. 299-322). Londra: The Hogarth Press and the Institute of Psycho-analysis.
Freud, S. (1900). The interpretation of dreams. J. Strachey (Haz.). The Standard Edition of the Complete Works of Sigmund Freud (Cilt 5). Londra: The Hogarth Press and the Institute of Psycho-analysis.
Freud, S. (1915). Instincts and their vicissitudes. J. Strachey (Haz.). The Standard Edition of the Complete Works of Sigmund Freud (Cilt 14) içinde, (s. 109-140). Londra: The Hogarth Press and the Institute of Psycho-analysis.
Freud, S. (1915). The unconscious. J. Strachey (Haz.). The Standard Edition of the Complete Works of Sigmund Freud (Cilt 14) içinde, (s. 159-215). Londra: The Hogarth Press and the Institute of Psycho-analysis.
Freud, S. (1920). Beyond the pleasure principle. J. Strachey (Haz.). The Standard Edition of the Complete Works of Sigmund Freud (Cilt 18) içinde, (s. 1-64). Londra: The Hogarth Press and the Institute of Psycho-analysis.
Freud, S. (1940). An outline of psycho-analysis. J. Strachey (Haz.). The Standard Edition of the Complete Works of Sigmund Freud (Cilt 23) içinde, (s. 139-208). Londra: The Hogarth Press and the Institute of Psycho-analysis.
Freud, S. (1954). The origins of psychoanalysis. New York, NY: Basic Books.
Hoffer, W. (1956). Transference and transference neurosis. International Journal of Psycho-Analysis, 37, 377-379.
Jones, E. (1955). Life and work of Sigmund Freud, Volume 2. Londra: The Hogarth Press.
Loewald, H. W. (1951). Ego and reality. International Journal of Psycho-Analysis, 32, 10-18.
Rycroft, C. (1956). The nature and function of the analyst’s communication to the patient. International Journal of Psycho-Analysis, 37, 469-472.
Silverberg, W. (1948). The concept of transference. Psychoanalytic Quarterly, 17, 303-321.
Spitz, R. (1956). Countertransference. Journal of the American Psychoanalytic Association, 4, 256-265.
Tower, L. (1956). Countertransference. Journal of the American Psychoanalytic Association, 4, 224-255.
Waelder, R. (1956). Introduction to the discussion on problems of transference. International Journal of Psycho-Analysis, 37, 367-368.
[1] Psikanalizin Dili dergisinin ilk sayısında Hans W. Loewald’ın dört bölümden oluşan makalesinin ilk bölümüne yer veriyoruz; diğer bölümlere sonraki sayıda yer verilecektir-ed.n.
[2] Bu makale Western New England Psikanaliz Topluluğu toplantılarında 1956 ve 1957 yıllarında iki bölümde sunulmuştur. I. ve III. kısımlar Amerikan Psikanaliz Birliği’nin Chicago’da 1957’deki yıllık toplantısında okunmuştur. IV. bölüm 1957’de Paris’de gerçekleşen Uluslararası Psikanaliz Birliği’nin 20. Kongresi’nde sunulmuştur.
[3] Aktarım kavramı hakkındaki tartışma bu makalenin dördüncü bölümünde yer almaktadır.
[4] Burada, analistin “özelliklerini” daha çok “bilimsel bir araç” olarak gösterme amacıyla kullanılan, en sade haliyle “aynadan” bahsediyorum. Aynanın psikodinamik açıdan anlaşılması, tıpkı insan yaşamındaki işlevi gibi, analistin işlevinin en azından belirli görünümlerini uygun bir biçimde tanımlayarak bunu yeniden inşa edilebilir.