Aylık arşivler: Aralık 2022

Sunuş: Eylemsellik

Daniele Accossato, Amore Rapito, 2015.

NİLÜFER ERDEM – YAVUZ ERTEN (Psikanalizin Dili Editörleri)

Değerli okurlar, Psikanalizin Dili e-dergisinin dördüncü sayısıyla sizlerle buluşmaktan dolayı mutluyuz. Bu sayının (2022) ana konusunu Eylemsellik olarak belirledik. Bununla söze dayalı bir tedavi ve ruhsallığı araştırma yöntemi olan psikanalizde süreç içinde karşılaşılan ve sözün devre dışı kaldığı zorlu analitik anlara damgasını vuran çeşitli eyleme dökme biçimlerini ele almayı amaçladık.

Analitik süreçte boy gösteren eyleme dökme biçimleri ve bunların yorumlanması hem teknik hem de kuramsal bakımdan günümüz psikanalizinin önemli konularından biridir. Eylemsellik, histerik hastaların konversiyonlarında kendini gösteren sahneye koymalardan seans içinde veya dışındaki sakareylemlere, eyleme dökmelerden (acting in ve acting out) canlandırmalara (enactment) kadar uzanan pek çok görüngüyle tarif edilebilir.

Eyleme dökme, agieren, Freud tarafından ortaya atıldığından bu yana anlamı ve kapsamı en fazla değişmiş olan kavramdır. Freud eylemsellikten ilk olarak parapraksileri tanımlamak için, 1901 tarihli Gündelik Yaşamın Psikopatolojisi kitabının, “Belirtiler ve Tesadüfi Eylemler” başlıklı 9. Bölümünde bahseder. Agieren kavramını bugün kullanıldığı biçimine yakın bir tarzda eyleme dökme olarak anlayabileceğimiz şekilde ise ilk kez, Dora vakasını anlattığı Bir Histeri Vakasının Analizinden Parçalar (1905) metninde kullanır. Dora’nın analizini aniden bitirmesini sonradan bir eyleme dökme olarak gören Freud bunu, aktarımın analitik süreçte zamanında fark edilip işlenememesinin bir sonucu, Dora’nın seansa gelemeyen düşlemleri ve anılarının eyleme dökülmeyle kendini göstermesi şeklinde yorumlar. Freud’un 1914 tarihli Hatırlama, Tekrarlama ve Derinlemesine Çalışma’da geliştirdiği “tekrarlama zorlantısı” kavramı eyleme dökmenin anlamını genişletir. Son olarak, 1940 tarihli Ana Hatlarıyla Psikanaliz başlıklı metninde eyleme dökme konusuna yeniden değinen Freud, hastanın aktarım içinde hatırlamak yerine eyleme dökmesinin analizde en istemediğimiz şey olduğunu vurgular.

Okumaya devam et Sunuş: Eylemsellik

Freud’dan Günümüze Eylemsellik Üzerine Kısa Notlar

PSİKANALİTİK KURAM VE TEKNİK

BELLA HABİP*

Eylemsellik çağdaş psikanalizin önemli ilgi alanlarından biri. Eyleme geçmek, eyleme vurmak, sahnelemek gibi konu başlıklarına uluslararası psikanaliz dergilerinde, kitaplarında ve monografilerinde, bilimsel buluşmalarında sık sık rastlıyoruz. Psikanaliz kliniğinde karşımıza çıkan bu olguların kuramda ve pratikte ele alınış biçiminin Freudcu bakış açısından bu yana önemli ölçüde bir evrime uğradığına da tanık oluyoruz.

Psikanaliz literatürünün dışına çıkıp güncel toplumlara ve onların yaşam ve tüketim biçimlerine hızlıca bir göz atarsak eylemselliğin merkezi bir yer tuttuğuna şahit oluruz. Eylemin yüceltildiği, hareketin aşırı bir şekilde olumlu yatırıma maruz kaldığı dur durak bilmeyen hızlı bir çağda yaşıyoruz. Sık sık “aksiyon almak” gibi İngilizceden devşirme ifadeler kulağımıza çalınıyor. Neoliberal ekonomi politikalarının yaşam biçimlerimizi şekillendirdiği kaotik ve tekinsiz yaşamlar sadece sosyo-ekonomik güvencesizliğe (prekarite) sebep olmakla kalmıyor ruhsallığımızı da önemli ölçüde etkiliyor. Son yılların favori sendromu çocuklardaki hiperaktivite bu hızlı yaşamanın sadece bir veçhesi. Çağımızın bir diğer favori sendromu da “burn out”, yine bu hiperaktivitenin bitkinlikle sonuçlanan erişkin versiyonu. Dolayısıyla, performans diktası altında hırslı tüketim arzusunun kışkırtıldığı ve hiperaktivitenin özümsendiği ve sıradanlaştırıldığı çağımızda düşünmenin, tek başına düşünmenin, harekete geçmeden önce düşünmenin ve temsil etmenin önemi ve değeri ayrıca belirginleşiyor. Ne de olsa tüm bu hiperaktivite temelli patolojilerin ortak özelliği harekete, hızlı harekete düşünceden daha fazla yer açmak ve önem vermek. Patolojiye kucak açan bir dış çerçeve ile kuşatıldığımız çağımızda eylemsellik konusunun psikanaliz alanındaki yeri ayrıca önem kazanıyor.

Okumaya devam et Freud’dan Günümüze Eylemsellik Üzerine Kısa Notlar

Edim’den Eylem’e Faillik Duyusu Üzerine Düşünceler. Ergenlik ve Eylemsellik.

PSİKANALİTİK KURAM VE TEKNİK

YAVUZ ERTEN*

Bu yazıda, derginin teması olan “eylemsellik” kelimesini kullanmamın sebebi herhangi bir eylem üzerine yazarken, onu sadece “eyleme dökme” olarak görmememdir. Söz konusu bu olgunun başka tanım, düzenek ve işlevleri olabileceğini düşündüğüm için eylemsellik kelimesi uygun bir çerçeve yaratıyor.

Eyleme dökme kavramının Freud tarafından yapılmış tanımı, onun 1905 yılında Dora’nın ruhsallığını açıklarken özel önem verdiği düzenek olarak betimlemesinden ve 1914 yılında hatırlama, tekrar etme ve derinlemesine çalışma dinamikleri bağlamında irdelemesinden günümüze kadar büyük oranda varlığını korumuştur. (Freud, 1905 ve 1914) Ancak bunun yanında dürtüselliğin geniş yelpazesindeki tüm eylemsellikler bu kavramla tanımlanmaya başlamıştır (Akhtar, 2009). Bu haliyle özellikle sınır durumları odak alan çağdaş yaklaşımlar için en temel özelliği dürtüsellik olan bir ruhsallık olgusundan bahsedebiliriz. Freud’un tanımındaki olgu, çatışmalı olduğundan bastırılan ve unutulan, dolayısıyla ruhsal olarak işlenemeyen, sözel olarak ifade edilemeyen, simgesel alanda kendine yer bulamayan malzemenin eylemle gün ışığına çıkmasıdır. Freud’dan sonraki kullanımlarda ise daha geniş anlamda bir eylemsellik vardır ve eyleme dökülen malzemenin çatışmalı olup olmadığı ve bu sebeple bastırılıp bastırılmadığı çok belirgin değildir. Bu durumdaki eylemselliğin spesifik olarak belli çatışmalara bağlı olması gerekmeyebilir. Eylemsel zihinselliğin ruhsal olarak işleme kapasitesinin düşüklüğü daha öne çıkan bir özelliktir. Belki bu sebeple 1973’te Joseph Sandler, Christopher Dare ve Alex Holder bu ayrımı yapmak için eyleme dökme’ye göre daha geniş tanıma sahip olabilecek “enactment” (canlandırma, sahneleme) kavramına ihtiyacı belirtmişlerdir. Onların bu düşüncelerini aktaran Salman Akhtar (2009) 1973’te olmayan bu ayrımın “enactment” kavramının yaygınlaşmasıyla yirmi sene sonra gerçekleştiğini söyler.[1]

Okumaya devam et Edim’den Eylem’e Faillik Duyusu Üzerine Düşünceler. Ergenlik ve Eylemsellik.

Psikanaliz ve Temsil Edilmeyen. Çerçeve, Sit Alanı ve Süreç.

PSİKANALİTİK KURAM VE TEKNİK

HOWARD B. LEVINE*

I

Londra Metrosu’nun bazı istasyonlarında peronla vagonlar arasında boşluk vardır. Hoparlörlerden yayılan bir bant kaydı, yolculara “Boşluğa dikkat” etmelerini söyler (Mind the gap!).[2] Eski yazılarımda (Levine 2017, 2021b) Bion’un izinden giderek, “dünyada oluşumuz”la (ham varoluşsal Deneyim[3]; O) yaşamımız diye hissedegeldiğimiz ve bilegeldiğimiz şey (sözcüğün gündelik dildeki anlamıyla olağan ”deneyim”; K) arasındaki boşluğun işaret ettiklerini etraflıca tartışmaya çalışmıştım. Ayrıca ruhsal bir mesele olan “boşluklar”ı, yani temsil edilmeyen ve edilemeyenleri (kara delikleri, açıklıkları ve diğer dolmamış yerleri) ele almış, boşluğa “dikkat etme” meselesini kelimenin her iki anlamıyla da hem gerçekten dikkatini vermek hem de “ruhsallaştırmak” bakımından irdelemiştim.

Bion (1965, 1970) ve diğerlerinin belirttiği üzere buradaki sorun, psikanalizin başka pek az alanda görülen bir yoğrulabilirliğinin olmasıdır. Psikanaliz, duyusal gerçeklikten ziyade ruhsal gerçeklikle uğraşır: Bilinçdışı, biçimlenmemiş olanlar (temsil edilmeyen ve temsil edilemeyen), dürtüsel itkiler, coşkular, coşkusal deneyimler. Bunlar, tamamen kavranması, açıklanması ve sözcüklere çevrilmesi (dönüşümü) mümkün olmayan ruhsal ögeler (Bion, 1963) ve niteliklerdir. Bion (1970) bunu, K ve Okavramları aracılığıyla anlatmıştır. Fiziksel oluşumlarla uğraşan hekimlerin aksine, psikanalistlerin duyusal deneyimlere açık olmayan şeylerle uğraştıklarını söylemiştir: “(…) psikanalistin uğraştığı gerçekleşmeleri görmek, dokunmak mümkün değildir; kaygının şekli, rengi, kokusu, sesi yoktur.” (s. 7)

Okumaya devam et Psikanaliz ve Temsil Edilmeyen. Çerçeve, Sit Alanı ve Süreç.

Kuşatma ve Gezintiler

PSİKANALİTİK KURAM VE TEKNİK

EDNA O’SHAUGHNESSY*

Analistin karşı karşıya kalabileceği, psikanaliz pratiğinin doğasında olan iki tehlikeye dikkat çekmek istiyorum. Bunlara “kuşatmalar” (enclave) ve “gezintiler” (excursion) diyeceğim. Klinik çalışma esnasında analist, hastaya verdiği tepkilerle bir “kuşatılmış bölge” oluşturarak veya analizin dışına gezintiye çıkarak psikanalitik durumun yapısını tahrip edebilir, bu da terapi sürecinin sekteye uğramasına ve hatta durmasına sebep olabilir.

İlk olarak, “kuşatılmış bölge”den kastımı açmak amacıyla A Hanım vakasını ele alacağım. Otuzlu yaşlarında çekici bir kadın olan A Hanım’ın analize başvurma sebebi, kariyerinde ne kadar başarılı olsa da erkeklerle ilişkilerini sürdürememesi, çocuk sahibi olmak için biyolojik vaktinin de tükenmekte oluşuydu. Analizin başında onunla iyi bir uyum yakalamış gibiydik. Kendisiyle, yeni analizle ve analistiyle ilgili duygu ve düşüncelerine dair girift alışverişlerimiz oluyordu.  Bunlar kendi çaplarında geçerli keşifler olsa da bir süre sonra A Hanım’ın kurduğu iletişimdeki bilinçdışı derinlik eksikliğini ve bana karşı genelde kadirşinas olan yaklaşımının aslında ne kadar kişisel, hatta mahrem olduğunu fark ettim. Dahası her ne kadar yer yer saldırganlık gösterse de bunların pek hissedilir bir tesiri olmuyordu. Halbuki A Hanım’ın içinde güçlü duygular taşıyan biri olduğunu sezebiliyordum.

Okumaya devam et Kuşatma ve Gezintiler

Kadına Yönelen Eylem: Eş Şiddeti

KADIN VE PSİKANALİZ

IŞIL VAHİP*

Dayak yiyen kadınların olduğunu bilmeyen kimse yoktur. Ama bu durum sınırlı çevreler ve sınırlı koşullar dışında konu edilmez. Pek de uzak olmayan bir zamana kadar kadına ve çocuğa şiddet uygulanması bütün dünyada zaten toplumsal bir normdu. Son on yıllarda ise aydın çevrelerde açıkça kınanır oldu. Ama ayıplanan tam olarak nedir? Söz konusu olan fiziksel şiddet olduğunda bu ayıplanıyor. Peki ya şiddetin örtük biçimleri? Bu yazının konusu kadına yönelik fiziksel eş şiddeti ile sınırlı olmakla birlikte, dikkatli bir gözün günlük yaşamda ve psikanalitik çalışmada açık ya da örtük şiddetin pek çok örneğini fark edebileceğini belirtmek isterim. (Kadına yönelik şiddetin türleri ve sıklığı için bkz. Gülseren, 2020.) Öte yandan, bu yazıda akıcılığı sağlamak üzere, fiziksel şiddet için şiddet sözcüğü kullanılacak, zaman zaman şiddetin örtük biçimlerinden söz edilirken ayrıca belirtilecektir. Eş şiddeti terimindeki eş sözcüğü ile her türlü romantik ilişkideki eş (koca, nişanlı, sözlü, sevgili, cinsel partner, vb.) kastedilmektedir.

Kadın karşısında erkek, çocuk karşısında yetişkin kas gücü bakımından üstünlüğe sahiptir. Dahası kültürel olarak “üstünlük” erkeğe verilmiş durumdadır. Bu durum, kadını saldırıya açık hale getiren önemli bir etmendir. Günlük yaşamın ve çocuk yetiştirme biçimlerinin içine ilmek ilmek dokunmuş olan bu üstünlük ya da hak üstünlüğü motiflerini bizlerin de içselleştirmediğimizi ya da bunlardan tamamen arınmış olduğumuzu iddia etmek gerçekçi olmaz. Klinik ortamın yarattığı güç asimetrisinin bunun üstüne eklendiğinin farkında olarak, mesele kadın ya da erkek olmaya geldiğinde dilin ne söylediğine, nasıl söylediğine iki kat dikkat etmekte fayda var. Şiddet gören kadınlarla ve ender olarak başvursalar da şiddet uygulayan erkeklerle çalışırken bu durum belirgin olarak hissedilir. Yalnızca sessizlik içinde olup bitenlerin değil, sessizliğin kendisinin ve dinleme eyleminin niteliğinin de bir dili olduğunu psikanalistler çok iyi bilirler.

Kuşku duyulup araştırılmadıkça, eşinden şiddet gören kadın bunu kolay kolay anlatmaz (Akyüz ve ark., 2002; Vahip ve Doğanavşargil, 2006). Öte yandan, yalnızca psikanalitik olarak çalışan klinisyenler değil, ruh sağlığı çalışanlarının çoğu gözlerini, kulaklarını bu alana pek çevir(e)miyorlar. Doğanavşargil Baysal (2017) eşe yönelik şiddetin psikodinamik ve toplumsal olarak karmaşık kökenlerden kaynaklanmasını buna bir sebep olarak görür. Bu karmaşık kökenler karşısında, ruh sağlığı çalışanlarının yapabilecekleri birşey olmadığı duygusuna kapıldıklarını ve duymayarak, görmeyerek çaresizlikten ve yetersizlikten kaçınıyor olabileceklerini belirtir. Eş şiddetini “çok çeşitli boyutlarıyla kötü sonuçları olan adeta bulaşıcı bir sorun” olarak nitelendirir.

Okumaya devam et Kadına Yönelen Eylem: Eş Şiddeti

Eyleme Dökmekten Üzerine Düşünmeye: Cinayet İşlemiş Kişilerle Psikanalitik Çalışmaya Dair Bazı Fikirler

KADIN VE PSİKANALİZ

CARINE MINNE*

Ruhsal bozukluğu olan şiddete başvurmuş hastalarla çalışmanın çarpıcı özelliklerinden biri çocukluklarında travmatik kayıplar yaşama sıklığıdır. Bu çocuklarda ergenlik çağında patlak veren ciddi şiddet, önceki travmatik bir kayıpla doğrudan ilişkilendirilmiştir. Gerçekten de, yüksek güvenlik önlemleri olan yerlerde gördüğüm, psikoz veya kişilik bozukluğu tanısı konmuş olan – bu ileride değinmek istediğim yapay bir ayrım – hastaların çoğunda her zaman erken bir travmatik kayıp etkisi hüküm sürüyordu. Başka bir deyişle, ergenlikte psikotik şiddet içeren bir canlandırmaya dönüşen çöküşlerinden önce, her zaman genellikle fark edilmemiş bebeklik dönemine ait daha erken bir çöküş yaşamış oluyorlardı. Bu kayıplar çeşitli türlerde olabilirken ortak payda bebeğin yansıtmalarını kapsayabilen ve işleyebilen, onun hassas ve karmaşık gelişimsel değişimleri aşmasına yardımcı olan ve depresif konuma geçerken kademeli olarak olgunlaşması için gerekli hayal kırıklıklarını içeren tutarlı, güvenilir ve sevgi dolu birincil nesnenin kaybıdır. Ne acıdır ki, hasta-failin zavallı kurbanları gibi aileleri ve arkadaşları da onun gelecek nesillere potansiyel malzeme sunan erken travmasından muzdariptir.

Okumaya devam et Eyleme Dökmekten Üzerine Düşünmeye: Cinayet İşlemiş Kişilerle Psikanalitik Çalışmaya Dair Bazı Fikirler

Uzaktan Analiz Üzerine Düşünceler: Ne Kadar Uzak? Ne Kadar Yakın?

PSİKANALİTİK KURAM VE TEKNİK

PINAR LİMNİLİ ÖZEREN*

Pandemi sürecinde çoğumuz için tanıdık olmayan, belki bugüne kadar hiç uygulamadığımız ya da uygulamayı düşünmediğimiz uzaktan analiz ve terapiler neredeyse günler içinde hayatımızın bir parçası oldu. Kendimizi hazır olmadığımız bir yaşantının içinde bulduk, başka seçeneğimiz olmadığı için iki buçuk yıl boyunca aralıklarla bu çalışmayı sürdürdük. Uzaktan analiz ve terapi bizim için uzak, bilinmeyen bir şey olmaktan çıktı. Kimilerimiz sadece analist olarak, kimilerimiz hem analizan hem analist/terapist olarak bu deneyimin içinden geçti. Uzaktan analiz ve terapilerin süresi analiste ve hastaya bağlı olarak farklılıklar gösterdi. Bazı hastalarla daha uzun, bazı hastalarla daha kısa süre uzaktan çalıştık. Hâlâ odaya dönmeyen hastalarımız var.

Pandemi deneyimi sadece bizim mesleğimizde değil başka pek çok meslek grubunda da geleneksel çalışma anlayışının değişmesine yol açtı. Çoğu büyük şirketin çalışanlarını hibrid bir çalışma modeline geçirdiğini, bazı alanlarda sadece uzaktan çalışıldığını, pandemi döneminde zorunlu olarak çevrimiçi yapılan eğitim etkinliklerinin bir kısmının aynı şekilde devam ettiğini, hatta uzaktan verilen eğitimlerin giderek arttığını biliyoruz. Bazı hastalarımız için yaşam pandemi öncesine dönmedi, bizler için döndü mü bilemiyoruz. Pandemi kişisel yaşamları olduğu kadar toplumsal yapıları, küreselleşme, demokratikleşme, özgürlük, bireyselleşme, güvenlik, ekonomi ve çevre gibi temel alanları derinden etkiledi. Aslında dünya da pandemi öncesine dönmedi. Artık “Pandemi Sonrası Yeni Dünya Düzeni” diye bir kavram var. Peki bizler pandeminin hepimize dayattığı uzaktan çalışma deneyiminin öncesindeki analistler miyiz? Bu soruya evet demek zor ama ne kadar değiştiğimizi biliyor muyuz? Kendimizdeki ve klinik uygulamamızdaki farklılıkları yeterince gözlemliyor muyuz, üzerine derinlemesine düşünebiliyor muyuz?

Okumaya devam et Uzaktan Analiz Üzerine Düşünceler: Ne Kadar Uzak? Ne Kadar Yakın?

Gelmesi Mümkün Olmayan: “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” Üzerine

PSİKANALİZ VE SİNEMA

TUĞBA KOCAEFE*

Kör taklidi yapıyorum,

Tıpkı ağaçlar gibi,

Hiçbir yere gitmemek için

Sakin, “Hamur İşleri”

Geçmişimizle nasıl bağlantı kurarız? Anılar sadece sözcüklere dökülerek yani bu yolla hatırlanarak mı zihinlerde canlanır? Yoksa geçmişte yaşadığımız ve içimizde yer etmiş olan bazı deneyimlerin, sözcüklerle tarif edilemeyecek kadar karmaşık bir tarafı var mıdır? Bu yazıda, bu sorulara psikanalizin, edebiyatın ve sinemanın diliyle yanıt bulmaya çalışacağım.

Eylemlerin ruhsal bir karşılığı olabileceği düşüncesi, Freud ve Breuer tarafından Histeri Üzerine Çalışmalar’da dile getirildi. Onlar, dış dünyada yaşanan sarsıcı travmatik deneyimlerle ruhsal olarak baş edilemediğinde, duygusal tepkinin farkında olmadan bilincin dışına atıldığını öne sürdüler (Freud, 1955). Böylece, duygusal tepki kişinin bilinçdışında korunuyor, sözel olarak değil ama bedensel olarak ifade ediliyordu. Freud, eylemlerin ruhsallıkla bağlantısına dair düşüncelerini, “Hatırlama, Tekrarlama ve Derinlemesine Çalışma” (“Remembering, Repeating and Working Through”, 1914) başlıklı makalesinde geliştirerek anlattı. Psikanaliz çalışmasında, kendini serbestçe ifade etmesi beklenen kişinin bazen anlatacak bir şey bulamadığını ve sessiz kaldığını, bazen de mimiklere ve birtakım eylemlere başvurduğunu belirtti. Bu davranışlar, dilin henüz yeterince gelişmediği çocukluğun erken dönemine ait ilişkisel deneyimlerin bir yansıması gibiydi. Kişinin bu dönemde baş edemeyip, bilincin dışına attığı deneyimler ve onların yarattığı karmaşık hisler, psikanalistle olan ilişkisinde canlanıyordu. Sözel yolla kendini ifade etmek bu karmaşa nedeniyle zorlaşıyor ve bu zorlukla kişi, yine farkında olmadan “eylem”lere başvuruyordu. Freud, bu eylemsel ifadelerin, geçmişi hatırlamanın önünde bir engel olduğunu düşündü. Fakat, bunların aynı zamanda hatırlamanın bir yolu olarak da değerlendirilebileceğini söyledi. Eylemlerle tekrarlanarak sahneye konan ilişkilerde, kişi belki de karşısındakine iç dünyasını anlatmaya çalışıyordu. Mesele çözülmedikçe, eylemler tekrarlanıyordu. Farklı ilişkilerde, aynı dinamikleri farkında olmadan tekrar ederek yaşamak bir bakıma ruhsallığı bir çözüme ulaştırma çabası taşıyordu. Öte yandan, benzer eylemlerin sürekli tekrarı ruhsal büyümenin önünde bir engel oluyor, adeta zamanı durduruyordu. Peki bu eylemler nerede başlar, nerede biter? Travmatik deneyimler bilinçdışına atılmadan söze dönüşebilir mi?

Okumaya devam et Gelmesi Mümkün Olmayan: “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” Üzerine

“Yazı ve Ölüm” Hakkında Bir Sunuş

KİTAP TANITIMI

YÜCEL YILMAZ*

Fransız psikanalizinin önde gelen temsilcilerinden psikanalist André Green’i “ölü anne” (Green, 1983) kavramıyla yakından tanıyoruz. Kuramcının bu yazıda tanıtmak istediğim Yazı ve Ölüm[1] başlıklı kitabı Metis Yayınları’ndan yayımlanmış. Kitap Bir Psikanalistin Edebiyat Yolculuğu: Proust, Shakespeare, Conrad, Borges … alt başlığını taşıyor ve Dominique Eddé’yle söyleşi formatında hazırlanmış. Nesrin Demiryontan tarafından çevrilmiş olan kitabın ilk basımı 2018 yılında gerçekleştirilmiş. Green meraklısı okurlar tarafından ilgiyle karşılanmış olmalı ki 2020’de aynı yayınevinden ikinci basımı olmuş.

Görece küçük ve çok kalın olmayan bu kitabın önce bir okuru olarak belirtmeliyim ki zihinsel olarak uyarıcı ve ilgi uyandıran yönlerinin yanında bir çırpıda okunup kolaylıkla bir kenara bırakılabilecek bir kitap olduğunu söylemek zor. On bir bölümden oluşan ve her bölümde söyleşi şeklinde aktarılan Green’e ait bir dizi karmaşık düşünceyi kapsayan, Green’in kendi psikanaliz pratiği ile genel olarak insan zihninin doğası hakkında bir ömür boyu süren düşünme sürecini bir araya getiren bu kitabı burada özetlemek kolay bir iş olmayacak. Bu değerli kitabı özetlerken tanıtmaya, tanıtırken önemli notlarımı özlü bir şekilde sunmaya gayret edeceğim. Bunun için yer yer kitaptaki söyleşilerden kimi diyalogları ve Green’in bazı ifadelerini olduğu gibi aktararak kitabın sunduğu okuma deneyimini okura bir ölçüde iletmek istedim. Kitaptaki düşüncelere yoğunlaşmak için sakin bir mekân ve özel bir zaman aralığı ayırmak önemli diye düşünüyorum zira belirttiğim gibi kolay okunan bir kitap değil. Bunun yanında kitap, belli bazı bölümlerde okura yavaş yavaş Green’in düşüncesinin derinliklerine alarak okurla etkileşime girerek ve netleştirmelerle ilerliyor ki bu da özümsemeyi kolaylaştırıcı bir etki uyandırıyor.

Okumaya devam et “Yazı ve Ölüm” Hakkında Bir Sunuş