Kategori arşivi: 2. Sayı Günümüzün Narsisizmi

2. Sayı Psikanalizin Dili Dergisi

Psikanalizin Terapötik Etkisi Üzerine-II

Hans.Loewald

Psikanalizin Terapötik Etkisi Üzerine-II[1]

 

Hans W. Loewald

II

Psikanalitik kuram içinde yapısal bakış açısının detaylandırılması ruhsal aygıta ilişkin farklı yapıları birbirinden ayrı tutma tehlikesini oluşturmaktadır. Günümüzde benlik dış gerçekliğe ait ve dış gerçeklikle birlikte işlev gören bir yapı gibi görülmekte iken, içgüdüsel dürtüler ve altbenliğe ait alan ise dış dünya ile sanki ilişkisizdir. Freud’un arkeoloji benzetmesini düşünecek olursak kazının daha derindeki bir katmanı ile onun dışarıdaki çevresi yadsınmıştır çünkü bu daha derindeki katmanlar güncel çevre ile işlevsel bir ilişki içinde değildir. Sanki daha derin, erken döneme ait katmanların mimari yapıları, güncel mimari yapıların (daha üst düzey, daha sonradan oluşmuş) ve içinde yaşadığımız ve tanık olduğumuz dış çevrenin işlevsel olarak birbiriyle bağlantılı olmasının tersine tamamen “içsel” süreçlere bağlıdır. Oysa ki, altbenlik, yani arkeolojik analojiye göre en derindeki katman, tıpkı benliğin daha “güncel” dış gerçeklikle bütünleşmesi gibi bağlantılı olduğu “erken” dışsal çevre ile ilişkidedir. Altbenlik de en az benlik kadar “uyum”la ilgili bir yapıdır ancak örgütlenme düzeyi çok farklıdır.

Daha önceden, ruhsal aygıtı kendi içinde kapalı bir sistem olarak adlandırmış ve  bu bakışı analistin nötralitesi ve ayna olarak işlev görmesi üzerine olan geleneksel eğilim ile ilişkilendirmiştim. Şimdi bu bağlamda, psikanalitik kuram içinde de belirtildiği üzere, içgüdüsel dürtüler ve özellikle onların nesnelerle ilişkileri konusunda bir tartışmaya giriş yapacağım. Freud’un “Dürtüler ve Uğradıkları Değişiklikler” makalesinin dürtülerle ilgili tartışmasının giriş bölümünden bir alıntı ile başlayacağım. Orada şöyle der: “Bir bilimsel etkinliğin gerçek başlangıcı (…) bir görüngünün tanımlanması, ardından gruplandırılması, sınıflandırılması ve ilişkilendirilmesini içerir. Tanımlama aşamasında bile elimizdeki materyale çeşitli soyut fikirleri, şüphesiz sadece yeni gözlemlerin sonucu olmayan başka yerlerden de gelen fikirleri, uyarlamak kaçınılmazdır. Daha sonra bilimin temel kavramlarını oluşturacak bu tür fikirler materyalin üzerinden geçildikçe daha da vazgeçilmez olurlar. Başlangıçta mutlaka bir derece belirsizlik içermeleri gerekir; şüphesiz ki içerikleri net olarak sınırlandırılmamalıdır. Bu şekilde kaldığı sürece onların anlamlarına ilişkin bir kavrayışa yani nereden kaynaklanmış görünüyor ve nereye yöneliyor konusuna, gözlem materyaline tekrar tekrar başvurarak ulaşabiliriz. Bu nedenle, doğrusunu söylemek gerekirse onlar daha geleneksel doğadadır; her ne kadar, her şey, isteğe bağlı seçilmemiş fakat ampirik materyal ile belirgin ilişkilere –net bir biçimde tanıyıp ispat edebilmemizden önce hissedebildiğimiz ilişkilere- sahip olmalarına bağlı olsa da. Ancak gözlem alanında daha ayrıntılı bir araştırma yaptığımızda temel bilimsel kavramları artan bir duyarlılıkla formüle edebiliriz ve ileriye dönük onların geniş bir alanda kullanılabilir ve tutarlı olmaları yönünde dönüştürebiliriz. İşte o zaman onları çeşitli tanımlarla sınırlandırma zamanı gelmiş olabilir. Yine de, bilgideki ilerleme, tanımlamalarda bile herhangi bir katılığa izin vermez. Fizik, tanımlamalar şeklinde oluşturulan “temel kavramların” bile içeriklerindeki sürekli değişimi göstermek için çok iyi bir örnek oluşturur.” Freud, dürtü (Trieb) kavramının da “geleneksel fakat bir o kadar da tam olarak anlaşılması zor olan” böyle temel bir kavram olduğundan ve bu nedenle içeriğinde çeşitli değişimlere açık olduğundan bahsederek devam eder (Freud, 1915a, s. 117-118) (italikler bana ait).

Okumaya devam et Psikanalizin Terapötik Etkisi Üzerine-II