
PSİKANALİTİK KURAM VE TEKNİK
HOWARD B. LEVINE*
I
Londra Metrosu’nun bazı istasyonlarında peronla vagonlar arasında boşluk vardır. Hoparlörlerden yayılan bir bant kaydı, yolculara “Boşluğa dikkat” etmelerini söyler (Mind the gap!).[2] Eski yazılarımda (Levine 2017, 2021b) Bion’un izinden giderek, “dünyada oluşumuz”la (ham varoluşsal Deneyim[3]; O) yaşamımız diye hissedegeldiğimiz ve bilegeldiğimiz şey (sözcüğün gündelik dildeki anlamıyla olağan ”deneyim”; K) arasındaki boşluğun işaret ettiklerini etraflıca tartışmaya çalışmıştım. Ayrıca ruhsal bir mesele olan “boşluklar”ı, yani temsil edilmeyen ve edilemeyenleri (kara delikleri, açıklıkları ve diğer dolmamış yerleri) ele almış, boşluğa “dikkat etme” meselesini kelimenin her iki anlamıyla da hem gerçekten dikkatini vermek hem de “ruhsallaştırmak” bakımından irdelemiştim.
Bion (1965, 1970) ve diğerlerinin belirttiği üzere buradaki sorun, psikanalizin başka pek az alanda görülen bir yoğrulabilirliğinin olmasıdır. Psikanaliz, duyusal gerçeklikten ziyade ruhsal gerçeklikle uğraşır: Bilinçdışı, biçimlenmemiş olanlar (temsil edilmeyen ve temsil edilemeyen), dürtüsel itkiler, coşkular, coşkusal deneyimler. Bunlar, tamamen kavranması, açıklanması ve sözcüklere çevrilmesi (dönüşümü) mümkün olmayan ruhsal ögeler (Bion, 1963) ve niteliklerdir. Bion (1970) bunu, K ve Okavramları aracılığıyla anlatmıştır. Fiziksel oluşumlarla uğraşan hekimlerin aksine, psikanalistlerin duyusal deneyimlere açık olmayan şeylerle uğraştıklarını söylemiştir: “(…) psikanalistin uğraştığı gerçekleşmeleri görmek, dokunmak mümkün değildir; kaygının şekli, rengi, kokusu, sesi yoktur.” (s. 7)
Freud’un ilk topografisi, nevrotik çatışma özelinde gayet etkili bir kuramdı. Bastırılmış veya dinamik bilinçdışı düzeyinde iyi işliyordu. Freud’un arkeoloji metaforunun izinden gidecek olursak, sabit fakat gizli içeriklerden ve anlamlardan oluşan (Oidipus arzuları; iğdiş edilme korkuları vs.) görece doymuş bilinçdışı düşünceleri (temsilleri) ortaya çıkarmanın ve şifresini çözmenin önemini vurguluyordu. Freud’un “Bilinçdışı” (1915a) makalesinde dile getirip ardından Ben ve İd’de (1923) tekrar ettiği üzere bu kabul edilemez düşünceler, Bilinç/Önbilinç sisteminin ögeleri gibi düzenlenmişlerdi, ancak “gömülmek” (bilinçli olarak fark edilemeyecek şekilde gizlenmek) zorundaydılar çünkü amaç ve arzuları kişinin ahlak anlayışına ve değerlerine (üstbenlik) tamamen tersti. İçerikleri ve anlamları kaygı uyandırdığından, travmatik olma potansiyeli taşıdığından ve kişinin “egemen düşünce kitlesiyle” çatıştığından farkındalıktan def edilmişlerdi. Bu ilk kuram, muhtelif nesne ilişkisel uzantılarıyla da beraber, nevrozu ve bugün zihnin nevrotik bölgesi diyeceğimiz kısımlarını anlamak ve tedavi etmekte halen son derece kullanışlıdır.[4] Ne var ki, sıkıntıları nevroz sınırlarını aşan hastalarla deneyiminin artması Freud’un ilk topografisini gözden geçirmesine ve keşfedilecek yeni bakış açılarının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Ancak bu durum aynı zamanda kuram ve teknik bakımından bizi bugün hâlâ uğraştıran, aşılması güç zorluklar ortaya çıkarmıştır.
Freud’un ilk topografisinden ikincisine yaptığı kuramsal geçişte yaşanan temel gelişmelerden birini André Green (2005) şu değişimle ifade eder: “merkezinde bir düşünme biçiminin (arzu, umut, istek) yer aldığı bir modelden eyleme dayalı(içsel bir eylem olan itki, otomatizm, eyleme dökme) bir başka modele [geçiş]… analist artık sadece bilinçdışı arzuyla değil, doğrudan dürtünün kendisiyle uğraşmak zorundadır. Dürtünün gücü (sabit itimi), kuşkusuz onun temel özelliğidir ve arzuyu da düşünceyi de bozma yetisine sahiptir.” (s. 47, italikler benim). Dikkat ederseniz, “arzu”, “umut” ve “istek” görece düşünülebilir ve söze dökülebilir niteliktedir. Halbuki Green, dürtünün doğasını düşünsel içeriği veya “anlamı” üzerinden değil, somatik kökeni bakımından, bir “güç” olarak niteler.
İngilizce kökenli analistler açısından Fransızcada dürtü anlamına gelen pulsion sözcüğünü düşünmek faydalı olur, çünkü İngilizce nabız, pulse sözcüğünün “anlamı olmayan güç” yananlamını taşır. Green’e göre belirli bir niyete ve anlamın doymasına işaret eden “arzu” (“Senden şunu almak ya da şunu yapmak istiyorum”), Klein’ın düşünüşünden farklı olarak dürtünün içkin bir özelliği değildir. Klein bilinçdışı düşlemin (bir nesne ilişkileri senaryosu) dürtünün doğuştan gelen, temel bir bileşeni olduğunu ve ruhsallığın yapıtaşını oluşturduğunu öne sürer. Green, daha genel olarak bir nesnesi ve yönü olan arzunun sonradan dürtüden evrildiğine, bir gelişim basamağı olduğuna inanır; arzunun, bir dürtü türevi olduğunu, ancak psike/soma sınırındaki “boşluğu” bir anlamda aşıp ruhsallaşmışlık statüsüne eriştiğinde ortaya çıkan bir dönüşümün ürünü olduğunu düşünür. Dolayısıyla, Green (2005) “arzudan söz etmeyi” yanıltıcı bulur, zira “böyle bir kategorinin gerçekten olup olmadığı… meşru bir sorudur… [itki ve coşkunun] aralarında nerdeyse fark olmayan, ham biçimleri, muazzam içgüdüsel taleplerin dışavurumları, bu nitelendirmenin uygun olup olmadığını şüpheli hale getirir.” (s. 102).
Bu görüş, somatik kökeninde dürtünün ne ölçüde bir gösteren olduğu (yani olası içeriği, anlamı, simgesel bağı ve işlevi) sorusunu gündeme getirir. Somatik köken itibariyle dürtüler anlam bakımından simgesellik dışı addedilebilir; onları daha ziyade Bion’un (1962, 1965) tarif ettiği anlamda önkavrayışlar gibi görebiliriz. Somatik kökenlerinde dürtüler çok geniş, hatta sonsuz bir potansiyel anlamlar ve ifade biçimleri yelpazesine sahip olabilirler; yaşanan ve hissedilen deneyimin akışında bunların yalnızca bir kısmı gerçekleşebilir. Bu bakımdan, dürtülerin ilk somatik biçimlerinde (yani soma ile psike arasındaki “sınırı” aşmalarından önce, “boşluğun öbür tarafında”, dönüşümden, ruhsallık tarafından kapsanmalarından, ruhsallığın dürtü türevleri olarak biçim almalarından önce) müphem bir semiyotik değerden ziyade simgesel bir öneminin olup olmadığı (tabii o da herhangi bir önemi varsa) tartışmalıdır.
Uyanan bir dürtünün “baskısını” hissettiğimiz su götürmez bir gerçekse de Bion (1970) bize acı duymakla o acıya anlam atfetmenin, dolayısıyla o acıdan muzdarip olmanın aynı anlama gelmediğini söyler.
Temas ettikleri gerçek kendi zihinsel durumları olduğunda, gerçeklikle teması epeyce zorluk arz eden hastalar vardır… Bazı insanlar acı ve engellenmeye o kadar tahammülsüzdür ki (veya acı ve engellenme onlarda o kadar tahammül edilemez bir hale bürünür ki) acı duysalar da o acıdan muzdarip olmazlar, haliyle acıyı keşfettikleri de söylenemez. Muzdarip olamayacakları veya keşfetmeyecekleri şeyin ne olduğunu kendilerine muzdarip olma izni veren hastalara bakarak tahmin edebiliriz ancak. Acıdan muzdarip olmayan hasta, hazdan da “muzdarip olmaz”. Bu da hastayı, normalde tesadüfi veya içkin bir rahatlamanın ona vereceği cesaretten mahrum bırakır. (s. 9, italikler özgün metinden).
Bu “muzdarip olunamayan” duyumlar (dönüşüm ve kapsanma öncesi “duygular”) ham, ayrışmamış “bir şeyin” ürünü olarak düşünülebilir. O “şeyi” dehşet, korku, ürkme gibi belirli bir coşku üzerinden tanımlamaktansa ona ıstırap, elem, duyusal çalkantı veya adsız dehşet gibi isimler verebiliriz. Hatırlarsanız, Freud’un nihai ikili içgüdü kuramında, Eros ve Thanatos’un içeriği veya “yönü” belirtilmemiş, sadece (biraz genel bir dille) birinin yaşama diğerininse ölüme hizmet ettiği, birinin “bağladığı” diğerininse “bağları çözdüğü” bilgisi verilmiştir. Kısa ve özlü bir şekilde ifade edecek olursak, libido her hastada bulunur ve zihnin yapılanmasında olmazsa olmaz bir nitelik taşırken, “arzu”, nevrotik hastaların ve/veya zihnin örgütlü, yapılanmış, anlam bakımından doymuş nevrotik bölgelerinin kökenini oluşturur. Arzu (bir şeye yönelik arzu; bir şeyi yapmaya yönelik arzu gibi) ruhsallığın nevrotik olmayan (yapılanmamış bilinçdışı) kısımlarında henüz temsilleştirilmemiş biçimlerde yer alan modüle edilmemiş arzuların körlemesine, içgüdüsel, tahliyeci, eyleme yönelik boşalım ve talebinden, gerek nitelik gerekse nicelik olarak farklıdır.
Ruhsallığın (ve bilinçdışının) temsil edilmiş (nevrotik-normal durum; bastırılmış ve dinamik bilinçdışı) ve edilmemiş (altbenlik; yapılanmamış bilinçdışı) alanları olduğunu düşünmeyi ve konuyu böyle bir yerden ele almayı faydalı buluyorum. İkincisine “kişiliğin psikotik kısmı” dendiği de oluyor. Ancak, bence bu yanıltıcı bir tabir zira bundan psikozun normatif bir gelişim özelliği olduğu veya temsil edilmemiş kısımla eşdeğer olup hepimizin asli bir parçası olarak her daim mevcut bulunduğu anlamı çıkabilir. Psikotik kaygıların, psikotik savunmaların ve gerçeklikle temastan kaçış hareketlerinin evrensel olduğuna, her zaman her yerde görülebildiğine itiraz etmiyorum. Fakat bence bunların mevcudiyeti, tanısal/psikiyatrik anlamda psikotik olmakla aynı şey değil. Bunu öne sürerken de Freud’un (1911c) Schreber vakasındaki psikoz tanımını (gerçeklikle temastan kaynaklanan acıya tahammül edememenin mecbur kılmasıyla yatırımın gerçeklikten geri çekilmesi) ve psikozu ruhsallığın ağırlıklı kullanımını anlam üretmekten duyum üretmeye kaydıran özel bir örgütlenme ve ruhsal inziva biçimi olarak tarif eden De Masi’nin (2020) çalışmalarını esas alıyorum.
Zihnin iki “kesiminin” (temsil edilmiş ve edilmemiş ) iki farklı iletişim biçimi kullandığını söyleyebiliriz. Bunlar ayrıştırılamayacak kadar iç içe geçmiş durumdadırlar ve eşzamanlı olarak faaliyet gösterirler. Söylemimizin “sözcüklerini” (semantik anlamlar) ve “müziğini” (söz ötesi “etkisini”) sağlarlar. Ruhsallığımızın temsil edilmiş kısmından (bu kısım dinamik bilinçdışımızın bileşenlerini içerir), sözcüklerin semantik anlamını kullanarak iletişim kurarız. Freud’un birincil süreç, duygulanımın yer değiştirmesi ve yoğunlaşması, simgeleştirme ve bağlantılı çağrışım zincirleri gibi kavramlara ilişkin açıklamaları bu kısımla ilgilidir. (Patron, baba figürü yerine geçebilir; puro, fallik bir simge olabilir, vesaire). Ruhsallığın temsil edilmemiş kısmından ise normal yansıtmalı özdeşleşim aracılığıyla ötekinde coşkular uyandırarak bilinçdışı bir iletişim kurarız. Bion (1962, 1970), temas bariyeri (temsil edilmiş) ve beta perdesi kavramlarına getirdiği açıklamalarla ve bunlar arasında yaptığı ayrımla, keza alfa işlevi ve kapsayan/kapsanan tanımlamalarıyla bu ikinci varsayımı temellendirmiştir.
Altını çizmek istediğim iki konu daha var:
- Temsil edilmemiş ögelerin alanı, üç kaynaktan beslenir. İlki, altbenliktir; yani dürtüler ve somadan gelip de uyarılma olarak görülen her şey. İkincisi, algı ve hissedebiliyor, yaşıyor olmanın getirdiği rahatsızlık ve “uyarılma”dır. Gelgelelim, bir bağlama oturtup kendi eşsiz, bize özgü kimlik ve kendiliklerimizle ilişkilendirerek onlara anlam yüklemediğimiz müddetçe algılar anlamsız bazı “olgular”dan ibaret kalacaklardır. Üçüncüsü, geçmişte yaşanan bir travmanın kalıntısı olan rahatsızlıklardır. Bu travmanın kökeni içsel veya dışsal, gelişimsel veya çevresel olabilir.[5] Freud’un (1920), Winnicott’un (1965, 1974) ve daha nicelerinin tarif ettiği üzere, travma yalnızca ruhsal işleyişi bozmakla kalmaz, saplanma ve tekrarlama eğilimlerinden dolayı ruhsal düzenleme kapasitelerinin gelişimini de sekteye uğratabilir.[6] Dolayısıyla, temsil edilmemiş olanın bütününü ve gücünü sadece ruhsal işlemlemeyi ve gelişimi dağıtıp bozan bir şey olarak değil, potansiyel bir büyüme kaynağı ve bir anlam yatağı gibi de düşünmemiz gerekir. Benzer bir düşünce olarak Green’in (1999) Negatif kavramıyla paralellik kurulabilir. Negatifin iki kutbu vardır; biri görece uyum sağlamaya yönelikken, diğeri yıkıcıdır.
- Ruhsallığın temsil edilmemiş kısımlarının mesajları ağırlık kazansa, kullanılan sözcüklerin semantik içeriğiyle çatışsa veya bunların üstüne çıksa dahi bu mesajlar hiçbir zaman yalıtılmış bir halde karşımıza çıkmazlar. Daha da önemlisi, Freud’un (1920) tekrarlama zorlantısı ve Bion’un (1962) yansıtmalı özdeşleşimin iletişim boyutu mantığını takip edersek, denebilir ki en kural tanımaz, kaotik veya saldırgan tepki bile aynı zamanda sessiz bir anlaşılma ve yardım talebi barındırıyor olabilir. Bu varsayım analisti, dışarıdan bakıldığında tahliyeye yönelik görünen, gerçeklikten nefret eden bir “bağlara saldırı” gibi duran durumda yapıcı bir yön bulmaya çalışmaya zorlar (Bion, 1959).[7]
“Boşluk” meselesine dönecek olursak, “Yeni Giriş Dersleri” 32. Ders’te Freud’un (1933) tekrar tekrar belirttiği şu görüşünü hatırlatmak isterim: “Altbenlikte bir fikre veya içeriğe tekabül eden hiçbir şey yoktur. Altbenlikte tahliye edilmenin peşindeki dürtüsel itkilerden başka bir şey yoktur.” (alıntılayan Green, 1997, s. 186). Bu da altbenliğin, fikirler açısından doymuş arzu ve isteklerin “kaynadığı bir kazan” olmadığı, daha ziyade, altbenlik dürtülerinin belli bir anlamı olmayan güçler olduğu, tamamen doymuş anlamın atfedileceği bir boşluğun, potansiyel bir alanın bulunduğu anlamına gelir. Bu şekilde, oradaki gücü yönlendirip kapsamak mümkün hale gelir. Bu da bize, analistin yerinde bir inşa sunmayı başardığı (Freud, 1937) ve hastanın da bunu alıp anlamlı bir şekilde kullandığı (Levine, 2011, 2021) durumlarda yaşananları anlamamıza yardımcı olabilecek bir model sağlar. Örneğin, Botella (2005) gerilemeci yorum adını verdiği bir inşa biçiminden söz eder:
Halihazırda orada olan bastırılmış bir içeriği ortaya çıkarmaz, ona bir biçim verir; travmanın negatifi olanı, daha önce hiç üstüne düşünülememiş olan, dolayısıyla da ruhsal yaşamı dağıtan dil öncesi bir deneyimi adlandırmaya çalışır (s. 7-8).
Ancak somatik kökenlerinde anlam bakımından doymamış durumda olanlar sadece dürtüler değildir. Coşkular, anılar, algılar, zihinsel durumlar, bilinçdışının büyük kısmı, psikanalitik ilgi ve araştırmaların nesnesini belirleyen ham, varoluşsal Deneyimin parçası olan ne varsa hiçbiri tamamen bilinmeye veya duyular aracılığıyla anlam kazanmaya açık değildir, sözcüklerle de tam olarak ifade edilemezler (Bion, 1970; Levine 2017, 2021b). Ürettikleri bu gerilim ve uyarılmalar, düşüncenin yaratılmasında olmazsa olmaz olan dönüşüm çalışmasını zihne dayatır. Temsil etmek, varoluşu ona bir nebze olsun anlam yükleyerek tahammül edilebilir kılabilmek için fikirler oluşturmak, Deneyimimizin “olgularından” yola çıkarak anlamlar üretmek zorundayızdır. Bu “zorlantıya” Temsil Etme Zarureti adını vermiştim (Levine, 2012).
Tavistock Seminerleri’nde Bion (2005), “dünyada oluşun” bir sonucu olarak ortaya çıkan uyarımların ve bozuklukların dönüştürülmesi ve bağlanmasını, ruhsal aygıtın sonraki döneme özgü evrimsel bir başarısı ve varoluş sebebi –raison d’être- olarak ele almıştır. Green (1997) de onunla hemfikirdir: “Yalnızca temsil edilemez biçimde deneyimlenen bir şeye içerik sağlamak, ruhsal aygıtın başlıca görevidir” (s. 211). Benim altını çizmek istediğim husus ise şu: Bu içeriğin yaratılıp ardından kendine ve başkalarına ister fikir olarak ister dil, bestelenmiş müzik, dans, plastik sanatlar vs biçiminde iletilmesinin her zaman, öyle veya böyle yetersiz kaldığı görülecektir. Bu, özellikle de dil için geçerlidir.
Dilin yapısının ve kurallarının sınırları öyledir ki kişinin Deneyiminin ancak bir kısmı sözcüklerle aktarılabilir. Deneyimin sözcüklerle aktarılamayan ham malzemesinin bir kısmı her zaman ruhsal aygıtın dönüştürme çabalarından azade kalacaktır. Haliyle, analizde yani konuşma tedavisinde de “sözcüklere [tam olarak] çevrilmesi tanımı gereği imkânsız olan bir deneyimi iletişime dökmek” gibi bir sorunla karşı karşıyayızdır (Green 1997, s. 204). Yeni bir şeyle doldurulma olasılığını hem sunan hem de çoğu zaman bunu gerektiren bir boşluk mutlaka vardır.
Freud (1899a), “Perde Anılar” makalesinde buna bellek meselesi üzerinden işaret etmiş; çocukluktan kalma anılarımız olamayacağını, sadece çocukluğa dair anılarımız olduğunu söylemiştir. Bu tespiti biraz daha genişletip şöyle bir önermede bulunmuştum: Deneyimimizin bilinebilir kısmının anlamını ve anlık doğasını tamamlamak, ona anlam atfetmek ve böylelikle onu nasıl anlayıp ifade edeceğimizi “belirlemek” üzere eklenmesi gereken yarım kalmış, doymamış, bağlama bağlı, çifte bağlı veya gruba bağlı bir nitelik veya bileşen vardır. İnsan yaşamının bu gerçeği ve niteliği, analitik sağaltıcı eylemin ve sonradanlığın (après coup) faaliyet gösterebileceği açık alanı yaratır ve belirme potansiyelini sağlar. Bu da insanın ruhsal işleyişinin Temel Epistemolojik Durum adını verdiğim temel niteliğini yansıtır:
Yaşanan Deneyimin doğası gereği insan organizması ilk başta bu Deneyimin içsel ve dışsal, dürtü ve algı niteliğindeki parçalarını, dönüştürülmesi (Bion’un [1962, 1970, 1992] tabiriyle “düşlenmesi”), anlam kazandırılması, kişisel olarak anlamlı hale getirilmesi gereken müphem somatik duyumlar olarak kaydeder: Bunlar “öznelleştirilmeli”, “kişiselleştirilmeli” ve zamansal dizide sabitlenmelidir. Bu dönüşüm ve her duyumun nihayetinde alacağı (doymuş) biçim, içinde gerçekleştikleri bilinçdışı ve bilinçten doğan, içsel ve dışsal, bağlama bağlı yahut kendiliğinden ortaya çıkan güçlere kısmen bağımlıdır. Bu da anlamların (nihai fikir içeriği), çoğu zaman, hatta belki de her zaman, inşalarında etkili olan bağlam ve dinamiklerin izini taşıyacağı, bu etkenlere bağlı olacağı anlamına gelir. (Levine, 2021)
Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Her bir uyaran (içsel veya dışsal, dürtü, somatik duyum veya algı), bir duygulanım ya da duyusal bir rahatsızlık (çalkantı) ortaya çıkaran ve bunun üzerine, dönüştürülüp uygun bir kapsayanın içinde bağlanması gereken bir varlık veya şeydir. Bu dönüştürme ve kapsama süreci, bir inşayı mecbur kılar.[8] Bu yaşandığında, söz konusu dönüşümün ürününün aldığı nihai özgül biçim tamamen önceden belirlenmiş olmaz; ne kadar uygun ve özgün de olsa koşullara bağlı olarak ortaya çıkabilecek pek çok olasılıktan sadece biridir.
Özetlemek gerekirse, ruhsallığın dönüşümsel hareketleri de en az onların sonucunda ortaya çıkan içerikler (piktogramlar ve düşünceler) kadar çağdaş psikanalizin merkezinde yer alır. Kuramlarımız, bilinçdışı içerikle sınırlı kalmayıp bu süreç ögesini de kapsamalıdır.[9] Yani bir isim olarak “psikanaliz”, “psiko-analiz etmek” (psychoanalyz-ing) fiiliyle daha iyi anlaşılır. Oradaki “etmek” (ing) epey önemlidir.
Benim dinamik bilinçdışında temsil edildiğini ve gerçekleştiğini düşündüğüm bilinçdışı düşleme istinaden Rocha Barros (2018) şöyle der: “Bilinçdışı düşlemi bir bilinçdışı düşünme biçimi olarak görüyor ve ona düşlemleme işlevi demeyi tercih ediyorum.” Burada akla Heraklitos’un nehri geliyor. Bu nehre aynı yerden iki kere girilemeyeceği söylenmiştir. Bu açıdan bakıldığında, psikanaliz çalışması yani psiko-analiz etmek, simge oluşturmayı (symbol form-ing), anlam üretmeyi (meaning mak-ing), dönüştürmeyi (transform-ing) vs. barındıran ve bunlarla ilişkilenen bir süreçtir. Bir işlem anlamındaki ruhsal süreç (process), işlem-lemedir (process-ing): Zihinsel bir süreç/işlemdir; zihnin sadece içeriklerini veya önceden oluşmuş olup gerek içerikleri gerekse uyandırdıkları kaygı nedeniyle bilince girmekten men edilmiş içeriklere erişimini değil, yapısını ve gayet dönüştürücü yetilerini sürdüren ve genişleten bir zihin işlemi/sürecidir (zihin-leştirmedir) (mind-ing).
Freud, ruhsal aygıtı, yaşayan ve bir şeyler duyumsayan canlılar olmamızın mecburi bir sonucu olan gerilimleri bağlama, modüle etme ve azaltma ihtiyacımız çerçevesinde ele almıştır. Bion, psikanalizi tam da keşfetmeyi amaçladığı alanı genişleten bir sondajlama faaliyeti olarak tarif eder. Daha önce, doymamış ve temsil edilmemiş halde bulunan düzensiz güçlere ve duygu hallerine makul bir biçim veren anlatıların nasıl yaratıldığından ve beraber yaratıldığından bahsetmiştim (Levine 2012, 2021b). Temsil, görsel temsile dönüştürülebilme, simgeleştirme, anlaşılabilirlik ve anlam gibi terimler, bu süreçlerin başarılı son ürünlerine işaret eder. Gelgelelim, bir önkavrayışın bir gerçekleşmeyle karşılaşması sonucu ortaya bir kavram çıkar çıkmaz o kavramın da bir önkavrayışa dönüştüğünü, bunun böyle sonsuz bir gelişim dizisi halinde biteviye açıldığını Bion (1964) bize bilgece hatırlatır.
Psikanaliz sürecinin başarılı olduğu durumlarda sürecin önemli bir boyutu, izlediği dönüştürücü rotadır. Analistle hasta bu rota üzerinde sadece daha önceden oluşmuş fakat gizli kalmış ögeleri ortaya çıkarmakla kalmazlar, aynı zamanda yeni yeni belirmekte olan, henüz tam olarak temsil edilmemiş güçlere ve karşılaşmalarının hararetiyle birbirlerinde uyandırdıkları coşkulara biçim verirler.
Fédida’nın (1992) formülleştirmelerine dayanarak Rocha Barros (2018) bu duygulanım ve güçlerin “birine yönelik söylemsel araçlar aracılığıyla nasıl kendilerini dışa vurduklarını” anlatır.
analistin kullandığı/konuştuğu dil bir yankılanmanın (resonance) sonucudur; yani, karşılıklı gidip gelen yankılanma hareketi, hastanın duygulanımsal aktarım deneyimini yeni bir raison,sebep ya da mantıkla (reason) doldurur… Hastanın coşkusal deneyiminin yeniden ele alınıp yeni bir dille, bu defa hastanın deneyiminin inkâr edilen bilinçdışı yanlarını da kapsayacak şekilde tekrar ifade edilmesi gerekir. Bu bakımdan dil, artık coşkusal deneyimin ne düzanlamsal kopyasından ne de cisimleşmiş halinden ibarettir; yankılanma aracılığıyla deneyime anlam veren bir şeydir… Analistin [ve hastaların] içinde bir şeyler yankılanır ve… bunlar gerek iç dünyalarımız gerekse hepimizin sahip olduğu veya eksikliğini yaşadığı simgesel kaynaklar tarafından dönüştürülür.
Düzenleyici bir verteksten bakıldığında zihnin, ruhsal aygıtın nasıl çalıştığına ve analiz etmenin onun işlevlerinde (zihinleştirme) ne tür değişikliklere yol açabileceğine dair böyle bir tasvir ve model görülmektedir. Bu süreçlerin içinde gerçekleştiği analitik ortamdan (setting) doğan meseleleri de buna eklememiz gerekir.
II
Klasik analitik ortamın, yani Freud’un konuşma tedavisinin yapısı, Deneyimi, Bion’un tarif ettiği dönüşüm ve kapsama aracılığıyla “bünyeye dahil etme”nin hizmetinde olacak şekilde temsile ve dile yönlendirmeye uygun tasarlanmıştır.
Parsons (1999), Green’in düşüncelerini tartışırken daha da ileri gidip şunu öne sürer:
[Klasik] analitik ortamın yapısı başlı başına içsel zihinsel yapının bir temsilidir. Sadece içsel yapıya erişimi sağlamakla kalmaz, ona vücut verir” (s. 64): “… uzanmak, seans sıklığı ve sessizlik [analistin sessizliği] gibi örnekler, analitik ortamın sıradan gerçekliğin değillenmesini cisimleştirecek şekilde kurulduğunu gösterir. (s. 69).
Ve şu sonuca varır: “analitik ortamın yapısı, ruhsal gerçekliğin oluştuğu süreci temsil eder” (s. 69)
Parsons’ın analitik ortamla ilgili söyledikleri, analitik durum ve sit alanının (Donnet 2009) analitik sürecin yaşanabilmesi için ideal koşulları sağlamakta gerekli, ama belki de yetersiz olan ögeleri için de geçerlidir. Analitik durum kavramı analitik eylemi, onun gerçekleştiği uzamı-zamanı, analistin sunduğu zihin, tutum, kuram ve katılımı ve yaşanan karşılaşmanın doğasını yapılandıran kural ve prosedürleri bir araya getirir. Herhangi bir analitik durumda belirleyici olan, hastanın “analitik sit alanının imkânlarından” ne ölçüde yararlanabileceği olacaktır (s. 35). Her hasta “bulunan-yaratılan deneyimi vasıtasıyla” (s. 35) bu imkânlardan kendine özgü biçimde yararlanır. Winnicott’a yapılan bu gönderme, Donnet’nin (2009) analizin iyi gittiği durumlarda yaşananlara dair açıklamalarında daha da belirginleşir. Donnet’ye göre, analizde her şey yolundaysa çifte özgü bir durum ortaya çıkar:
[bu] “analizan-analist-durum” üçlüsünün oluşturduğu işlevsel birliktir. Yani, hastanın ruhsallık içi süreçleriyle bunların aktarım sahnesinde dışa vurulması arasında bağlayıcı bir birlik oluşur; ama bu birlik aynı zamanda hikâyenin iki baş kahramanının zihinsel süreçleri arasında da ortaya çıkar. Öyle ki bu birlik aktarım karşıaktarım etkileşimi vasıtasıyla, ilkel özdeşleşim süreçlerini devreye sokarak, başka deyişle ortak bir oyun alanı yaratarak, ortak bir düşünme faaliyetinin, bir alanın (Baranger), kısmi bir kaynaşmanın gerçekleşmesine yol açar.” (s. 35)
Dolayısıyla, Donnet (2009) şu konuda ısrarcıdır: “(…) analiz edici durum, analizan-analist çiftinin kendi kendini düzenleme yetisi ve dağılma-yeniden örgütlenme dinamik süreçleri bakımından çifti bütünleştiren bir yapıya bürünür.” (s. 36)
Donnet ve Parsons’ın görüşlerini José Bleger’in (1967) sözleriyle yeniden ifade edecek olursak, analistin sunduğu klasik analitik ortam,içinde ruhsal aygıta benzeyen ve ona cisim veren özellikler barındırır. Tesadüf o ki ruhsallığın dönüşüm kapasitelerini cisimleştirecek, benzerlerini türetecek ve harekete geçirecek şekilde tasarlanmıştır.
Her ne kadar bu tasvir, nevrotik hastaların ve dinamik bilinçdışının yani, ruhsallığın temsil edilmiş, bastırılmış kesimlerinin ağırlıkta olduğu bilinçdışının analizinde kullanılan klasik analitik ortamı kapsıyorsa da ve bize klinik açıdan epey yol aldırabilecek olsa da bizi götürüp götüreceği yer en fazla bu kadardır. Freud’un kendisinin de zamanla keşfettiği üzere, bu olsa olsa erişmek için uğraşılacak, hiç erişilemese de en iyi ihtimalle iyice yaklaşılabilecek bir hedeftir. Sınırdurum hastalarında ve yaşadıkları zorluklar “nevrozun ötesinde” yer alan başka hastalarda karşılaştığımız ilkel ıstırabı kapsama ve derinlemesine çalışmada ya da zihnin temsil edilmemiş kısmına dair sorunları çalışmada yaşadığımız zorlukları, hatta çoğu zaman bunlarla uğraşmanın bize beyhude gelişini, T.S. Eliot’ın Sweeney Agonistes şiirindeki baş kahramanın tekrarladığı bir sözde görürüz:
“İyi değil bu, iyi değil bu,
Seninle konuşurken sözcükler kullanmam gerekiyor.”
(Eliot, 1932, italikler benim).
Başka bir şekilde ifade edecek olursak, psikanaliz, eskiden psikanalizin “genişleyen kapsamı” denen alanda erişimin sınırlarını nevrotik örgütlenmenin ötesindeki hastalara erdirmeye çalışırken, karşımıza şu zorlu soru çıkmıştır: Sorun zihnin henüz temsil edilmeyen bir kısmında yer aldığında sözcükler ne ölçüde ve ne bakımdan kullanışlıdır? Sözcükler nereye kadar uzanabilir, hele ki bırakın dili, daha düşünce alanına bile girmemiş güçlerle baş etmeye çalışıyorsak?
Bleger’in (1967) klasik makalesi, ister istemez bu meseleyi gündeme getirir çünkü meselenin göbeğinde en erken bebeksi[10] (söz öncesi) Deneyimimizden kaynaklanan ve sınırdurum kişilikler, ilkel narsisizm, öz-yıkıcı davranışlar, olumsuz terapötik tepkiler, bağımlılıklar, sapkınlıklar, psikosomatik gibi görüngülerle kendini gösteren sorunlar yer alır.
Çerçeveyi her bireyin sessiz sembiyozunun mahalli ve kişiliğin psikotik parçalarının emanet edildiği bir depo gibi düşünen Bleger (1967) şunlara dair bir şey söylemeye çalışıyordu:
- Nasıl her birimizin kendimizi istikrara kavuşturmaya çalıştığımız.
- Ruhsallığın en istikrarsız ve mevcut istikrarı bozucu parçalarının nerelerde yer aldığı.
- Dengeleyici yapı istikrarsızlaştığında veya yapının çökme tehdidi baş gösterdiğinde ne olduğu.
Bleger’e göre, “çerçeve her zaman bir ‘hayalet dünya’ oluşturur, en ilkel ve ayrışmamış örgütlenmenin dünyası” (s. 512, italikler orijinal) ve en erken dönemlere ait uyumsuzlukların ve çevre tarafından sağlanan imkânlardaki yetersizliklerin kalıntıları olan muazzam biçimde kaotik, temsil edilmemiş güçleri denetim altında tutar. Çerçeve tehlikeye düştüğünde veya bozulduğunda sembiyoz ve kapsama da parçalanıp dağılabilir, bu güçler serbest kalabilir ve o güne dek gizli, sessiz ve “‘suskun’ kalan ne varsa… kendini gösterir.” (s. 512)
Bozulmuş bir çerçeveden doğan sorunlara analistin hastaya yardım etme çabaları penceresinden bakarsak, hastanın analiste yönelik “saldırılar” veya analisti “kontrol etme teşebbüsleri” olarak tarif edilebilecek davranışlar sergilediğini görürüz. Oysa bunu, nesneyi çaresizce muhafaza etme veya yeniden canlandırma ihtiyacı olarak veya kendiliğin istikrarının bozulmasını ve kendiliğin yok olmasını engelleme çabası olarak görecek olursak, bu kaosun arkasında neyin olduğuna dair daha farklı bir anlayış geliştirebiliriz. Hastanın zihninin bu bozguncu kısımlarıyla uğraşırken analistlerin kendilerine sormaları gereken sorular şunlar olabilir: Hastanın yeterli sembiyotik istikrara kavuşarak hem bir kendilik duyumu oluşturup sürdürmek hem de kendisinin ve nesnesinin canlılığını tesis ve muhafaza etmek için ihtiyaç duyduğu hissedilen veya gerçekten de ihtiyaç duyduğu meta koşullar nelerdir? “Saldırı” gibi görünen durum eğer bir ölçüde geçmiş bir travmanın mikro-travmatik tekrarını gerçekleştirme teşebbüsüyse, hastanın içindeki çaresiz çocuğun analiste bilinçdışı olarak iletmeye çalıştığı şey nedir? Yardım çağrısı ve/veya bir şeyi kontrol altına alma çabası, zorlantılı tekrarın neresindedir?
Bleger’in makalesi bizi çerçevede oluşabilecek değişim veya kırılmaların tehlikeli raddede bozguncu sonuçlarına karşı uyarsa da Bleger aynı zamanda “çerçeveye riayet edilen…” vakalara da dikkatimizi çeker, ki bence kendisi için en büyük mesele de budur, zira “[bu vakalarda] sorun, çerçevenin sembiyozun alıcısı olması, sembiyozun analitik sürecin kendisinde bulunmamasıdır” (s. 512-513). Bleger’in deyişiyle bu en uç ve en sorunlu dirençtir; “en güçlü, en sürdürülebilir ama aynı zamanda da en az belirgin “bastion”dur.
Bleger’in bizi uyardığı ve dikkatimizi çekmek istediği şey, entelektüelleştirilmiş içgörünün, sözde-analizlerin görüldüğü çok sayıda vakadır; meselenin temsil edilmemiş, söz öncesi, sembiyotik çekirdeğinin derinliklerine yeterince inmeyen nevrotik süreç analizleridir. Onun bu uyarısı bana Winnicott’un kendisine danışılan bir analitik açmaza verdiği yanıtı hatırlatıyor. Winnicott analistle hastanın nevrotik bir misinanın ucunda psikotik bir balığının olduğu, ama ikisinin de balığı karaya çıkarmak istemediği minvalinde bir şey söylemiştir. Benzer bir yorumu, Horacio Etchegoyen de Amerikan Psikanaliz Birliği’nin bir panelinde Ed Weinshel’in sunduğu benlik psikolojisi temelli bir analizin tartışması sırasında yapmıştır: “Aramızdaki fark şu Ed, bizim analizlerimiz sizinkinin bittiği yerde başlıyor” (Levine, 1992).
Bleger’e göre, hafta sonu aralarında, daha uzun aralarda ve terminasyon kararı alındıktan sonra baş gösteren kaygılar, savunmalar ve dürtüsel tepkiler, çerçevede meydana gelen ve sessiz bir sembiyoz içinde kontrol altında tutulan ehlileşmemiş güçleri serbest bırakan gerçek çatlaklarla veya bu tür çatlakların oluşması tehdidiyle ilişkilidir. Bu sembiyoz zora koşulduğunda veya bozulduğunda, süreç-olmayanın sabitliğinde gizli kalanlar dalgalanmalar yaratabilir, hatta çoğu zaman iş tsunamiye kadar varabilir! Bu dalgalar daha sonra sürecin büyük oranda parçası haline gelir, böylelikle gözlemlenebilirler ve bir umut analiz edilebilirler.
III
Boşluk, delik gibi olumsuz görüngüler “acayip bir çeşit hakikattir”, klinik açıdan örneklendirilmeleri veya hastalarla, meslektaşlarla üzerlerine konuşulması çoğu zaman güçtür. “Çöküş Korkusu” makalesinde, Winnicott (1974) şöyle yazar:
Benim deneyimime göre bunlar, hastaya yaşamını mahveden bir korku duymasına neden olan çöküşün daha önce yaşanmış olduğunu söylememiz gereken zamanlardır. Bilinçdışında gizli halde taşınan bir gerçektir bu. Burada bahsedilen bilinçdışı, psikonevrozdaki gibi tam olarak bastırılmış [dinamik] bir bilinçdışı olmadığı gibi, Freud’un formülasyonundaki ruhsallığın nörofizyolojik işleyişe çok yakın bir parçası olan bilinçdışı da değildir… Bu özel bağlamda bilinçdışı, benlik bütünleşmesinin bir şeyleri kapsayamadığı anlamına gelir. Benlik, tüm görüngüleri kişisel tümgüçlülük alanına toplayacak kadar gelişmemiştir. (s. 104)
Ve ekler:
Eğer ki hasta bu acayip bir çeşit hakikati, yani bir şeyin henüz deneyimlenmemişse de geçmişte yaşanmış olduğunu kabullenmeye hazırsa, aktarımda analistin başarısızlık ve hatalarına tepki olarak bu ıstırabın çekilmesinin önü açılır. Hasta bu hatalarla, aşırı olmayan dozlarda baş edebilir ve analistin her teknik başarısızlığını karşıaktarım olarak açıklayabilir. Diğer bir deyişle, hasta yavaş yavaş kolaylaştırıcı çevrenin kökensel başarısızlığını kendi tümgüçlülük alanında ve bağımlılık haline ait tümgüçlülük deneyiminde toplar (aktarım olgusu). (Winnicott, 1974, s. 105)
Bu bilgi (“acayip hakikat”), tam da Bion’un (1970) bizi uyardığı gibi seansa, inşalar yapmaya hazırlıklı girmemizi gerektiren türden bir inşadır. Daha ziyade analistin kuramının parçası olmalıdır bu (analitik sit alanının kaynaklarından biri olmalıdır) ve analitik süreç yerleşip geliştikçe analistin zihninde kendiliğinden, bir tür sezgi olarak yavaş yavaş belirmelidir. Bu sürecin bir parçası da analistin, daha üst düzey yorumlarının isabetsiz kaldığına, bir şeylerin tam oturmadığına dair hissi olabilir. Az sonra çok kısa bahsedeceğim hastaların her birinde bir tür terapötik ilerleme vardı ama analistin sezgisel hissi, bunun henüz gerçek bir analitik değişim sayılamayacağı yönündeydi.
Bu klinik örnekleri okurken, dile getireceğim hipotezlere açık olmanızı ve kendi klinik deneyiminizde “daha alışıldık” formülasyon ve varsayımların pek faydasını görmediğiniz durumları düşünmenizi rica ediyorum. Sanki “farklı” bir şey oluyormuş gibi gelen zamanları.
Savaştan zarar görmüş bir muharebe bölgesinde büyümüş bir kadın hasta, hafta sonu arasından dönüşte divanın karşısında masanın üstünde duran ufak saati yerinde göremeyince şiddetli bir tepki vermişti. Duygusal açıdan travmatik bir çocukluk geçirmiş bir diğer hastanın da analistinin ofisinde, divanın karşısındaki rafta duran parlak renkli kitabın yerinden kaldırıldığını fark edince benzer bir tepkisi olmuştu. Bu tepkileri açıklayıp ele almak için kullanılması düşünülmüş veya kullanılıp işe yaramamış “daha üst düzey”, ilişkisel ve bilinçdışı düşlem eksenli pek çok formülasyon varsa da hastanın çerçevesinin, analistin ve ofisin somut yanlarını (duvar kâğıdı, raflar, mobilyalar vs.) bir tür ikinci deri (Anzieu, 1989; Bick, 1968) gibi otistiğimsi bir biçimde bünyesine aldığına dair olası bir formülasyonu da bunlara eklemek istiyorum. Öyleyse, yerinde olmayan saat veya kitap, ikinci derideki bir yırtılma gibi deneyimleniyor olabilir mi? Zaten zar zor ayakta duran bir kendiliğe karşı varoluşsal bir tehdit olabilir mi? O zaman halihazırdaki tehlikeli durum, yok edilme tehlikesini fark edip ortadan kaldırabilecek nesnenin olası eksikliğinde çok daha tehlikeli bir hal alır.
Göstermeye çalıştığım şey, geçmişin temsil edilmeyen kalıntılarıyla, erken bebeksi (söz öncesi) travmayla ilişkili sorunların bilinçdışı olarak nasıl tekrarlanıp güncelleşebildiği ve bu tekrarın nasıl mevcut analitik ortamda iletişimin hizmetinde görülebildiğidir. Nissen yayına hazırlanan bir çalışmasında bu tür bir krizin olası derinlemesine çalışmasını son derece detaylı anlatmıştır. Nissen, hastanın iç dünyasında analist salt otistik/otistiğimsi bir nesne olduğunda, hasta açısından analistle bir mobilya arasında bir fark olmadığını vurgular. İlk evrede hasta bu “derinlik boyutunu ruhsal olarak anlayamaz” (italikler orijinal). Hal böyle olunca da karmaşık, üst düzey açıklama ve yorumlardan pek bir şey çıkmaz.
Gelgelelim, hastanın tepkisini fark edip, tepki ve acıyı sezerek adlandırdığında, analist kendisinin otistik/otistiğimsi nesneden fazlası olma seçeneğini hastaya sunar. Yaşanan bozulmayı ve doğurduğu acı ve kaosu algılayabilen birine dönüşür. Daha sonra analist, hastayı daha da rahatlatmak veya onarmak adına bir tür sebep-sonuç açıklaması (inşa) yapmaya yeltenebilir.
Deneyime yaklaşım ancak bu şekilde gerçekleşebilir ve nesne [analist] ancak bu şekilde [hastanın zihninde ve deneyiminde] itinayla cansız bir nesneden duyusal olarak algılayan bir varlığa evrilebilir. Henüz gelişmemiş olanın gelişmesine izin verilmelidir ve bu gelişim ilişki içinde yaşanmalıdır. Temsil edilmeyenin yavaş yavaş açılmasına, nesnenin yavaş yavaş ortaya çıkmasına müsaade edilmelidir. (Nissen, yayına hazırlanıyor)
Bu itinalı inşa çalışmasının hastanın “nesneyi uman” parçalarına yanıt verme, onlara doğru uzanma, onları teşvik etme ve güçlendirme potansiyeli vardır. Böylelikle hasta, analisti anlamlı bir biçimde canlı ve mevcut görebilir, onun bir otistiğimsi değil insan olduğunu algılayabilir, ona bağlı kalmaya[11] ve onunla çalışmaya değeceğine kanaat getirebilir.
Temsil edilmeyenin yavaş yavaş açılmasına, nesnenin de yavaş yavaş ortaya çıkmasına müsaade edilmelidir. Aksi takdirde hastalar hemen bunalır, vaktinden evvel dile getirilen [üst düzey, ilişkisel olarak belirlenen] müdahalelere ters tepki verirler. (Nissen, yayına hazırlanıyor)
Tarif etmeye çalıştığım hastalar, genellikle analizde bir şekilde bir şeylerden fayda gören ama analistin gerçekten temas kurabildiğini veya “analiz edildiğini” hissetmediği hastalardır. Bunlar çoğu zaman Green’in (2002) Merkezi Fobik Konum kavramına uyarlar: Yaşamları (ve analizleri) devasa bir bilinçdışı savunmacı örgütlenmeyle sınırlıdır ve bu örgütlenme bir şeyi ondan kaçınarak, inkâr ederek veya ruhsallıktan dışarı atarak (forclusion, Verwerfung) her ne pahasına olursa olsun uzak tutmak zorundadır.
Bir başka kadın hastada bu fobik konum görece “makul” bir biçim almış, hasta herhangi bir tehlikeli durumda ne beklemesi gerektiğini bilmek ister olmuştu. “Sadece beklentilerimi gerçeğe uygun tutmak istiyorum,” diyordu. Sınırlara bu “uyum sağlama”nın arkasında korkunç bir travmatik geçmiş yatıyordu: Hastanın bebekliğinde babasının trafik kazasında aniden ölmesi; kocasının kaybını hiçbir zaman atlatamayan bir anneyle taşrada fakirlik içinde büyümek; çoktan unutulmuşken analizde hatırlanan, beş yaşındayken acile gitmesini gerektiren ıstıraplı bir deneyim; kendini hiç güvende hissetmemenin ve hayattan istediği şeyi hiçbir zaman elde edememiş olmanın yarattığı derin bir çaresizlik duygusu. Hasta korkunç bir tehdit altında yaşıyordu. Analisti daha sonra bunu Damokles’in kılıcı ve dile getirilmeyen “Bir daha asla!” yemini üzerinden metaforlaştırmıştı. Tüm bunlar nihayetinde, onu sürekli yok edilme tehdidi altında tutan her türlü olası tehlikeye karşı yaşamını sürekli tetikte ve fobik bir kaçınma içerisinde sürdürmesiyle beraber inşa olmuştu. “Çöküş korkusu”, gündelik varoluşunun ve bizzat varlığının DNA’sına apaçık işlenmişti.
IV
Geldiğimiz noktada, korkarım sizi bir başka “boşluk”la karşı karşıya bıraktım. Bu, bugün psikanalitik kuram ve uygulamalarda bulunduğumuz yerle gelecekte gidebileceğimiz yerler arasındaki boşluk. Bugün bahsettiğim “çift kollu” metapsikolojinin üzerine düşünmeye değer bir vaat ve potansiyel barındırdığı kanısındayım.[12] Belki de düsturumuz “boşluğu kazmak (mining)”, yani temsil edilmemiş olanı bir maden gibi kazıp kavrayışımıza ve klinik çalışmalarımıza olası katkılarını ortaya çıkarmak olmalı. Önümüzde işte bu var; 21. yüzyıl psikanalizinin görevini ve yönünü böyle düşünebiliriz.
Çeviren: Elif Okan Gezmiş
KAYNAKÇA
Alvarez, A. (2010). Levels of analytic work and levels of pathology: The work of calibration. IJP 91: 859-878.
Alvarez, A. (2012). The thinking heart. Londra ve New York: Routledge.
Anzieu, D. (1989). The skin ego: A psychoanalytic approach to the self. New Haven: Yale University Press.
Bergstein, A. (2019). Bion and Meltzers’ expedition into unmapped mental life. Londra ve New York: Routledge.
Bick, E. (1968). The experience of the skin in early object-relations. IJP 49: 484-486.
Bion, W.R. (1959). Attacks on linking. IJPA 40:308-315.
Bion, W.R. (1962). Learning from experience. Londra: Heinemann.
Bion, W.R. (1963). Elements of psychoanalysis. Londra: Heinemann.
Bion, W.R. (1965). Transformations. Londra: Heinemann.
Bion, W.R. (1970). Attention and interpretation. New York: Basic Books.
Bion, W.R. (1992). Cogitations. Londra: Karnac.
Bion, W.R. (2005). Tavistock seminars. Londra: Karnac.
Bleger, J. (1967). Psycho-analysis of the psycho-analytic frame. IJP 48: 511-519.
Botella, C. (2005). Levels of memory and truth: Their interpretations. 2005 EPF Kongresinde sunulmuştur.
De Masi, F. (2020). A psychoanalytic approach to treating psychosis. Abingdon ve New York: Routledge.
Donnet, J.-L. (2009). The analyzing situation. (A. Weller, Çev.). Londra: Karnac Books.
Eliot, T.S. (1932). Sweeney Agonistes: Fragments of an aristophanic melodrama. New York: Faber and Faber.
Fédida, P. (1992). Crise et contre-transfert. Paris: PUF.
Freud, S. (1899a). Screen memories. S.E. 3:301–22. Londra: Hogarth Press.
Freud, S. (1911c). The case of schreber. S.E. 12: 1-82. Londra: Hogarth Press.
Freud, S. (1915a). The unconscious. S.E. 14: 159-215. Londra: Hogarth Press.
Freud, S. (1915b). Instincts and their vicissitudes. S.E. 14: 109-140. Londra: Hogarth.
Freud, S. (1920). Beyond the pleasure principle. S.E. 18: 3-64. Londra: Hogarth Press.
Freud, S. (1923). The ego and the id. S.E. 19: 1-66. Londra: Hogarth Press, 1959.
Freud, S. (1933). New introductory lectures on psychoanalysis. S.E. 12: 1-182. Londra: Hogarth Press.
Freud, S. (1937). Constructions in analysis. S.E. 23: 255-270. Londra: Hogarth Press.
Green, A. (1997). On private madness. Londra: Karnac.
Green, A. (1998). The primordial mind and the work of the negative. IJPA 79: 649-665.
Green, A. (1999). The work of the negative. Londra ve New York: Free Association.
Green, A. (2000). The central phobic position. IJP 81: 429-451.
Green, A. (2005). Key ideas for a contemporary psychoanalysis. Misrecognition and recognition of the unconscious. (A. Weller, Çev.). Londra ve New York: Routledge.
Levine, H.B. (1992). Freudian and Kleinian theory: A dialogue of comparative perspectives. Panel Raporu. Howard B. Levine. J. Amer. Psychoanal. Assoc. 40: 801-826, 1992.
Levine, H.B. (2010). Creating analysts, creating analytic patients. IJPA 91:1385-1404.
Levine, H.B. (2011). Construction then and now. On Freud’s “Constructions in analysis içinde. S. Lewkowicz, T. Bokanowski, G. Pragier (Haz.). Londra: Karnac, s. 87-100.
Levine, H.B. (2012). The colourless canvas: Representation, therapeutic action and the creation of mind. IJPA 93: 607-629.
Levine, Howard (2017): Die grundlegende epistemische Situation. Die psychische Realität und die Grenzen der klassischen Theorie. Jahrbuch der Psychoanalyse (Psikanaliz Yıllığı) içinde. 74 Stuttgart-Bad Cannstatt: Frommann-Holzboog, S. 203-229.
Levine, H.B. (2021b). Affect, representation and language. Between the silence and the cry. Abingdon ve New York: Routledge.
Levine, H.B. (2021a). Trauma, process and representation. IJPA 102: 794-807.
Nissen, B. (yayına hazırlanıyor). From nothing to being? Technical considerations for dealing with unrepresented states. Explorations in the emergence of self. Autistic phenomena and unrepresented states içinde. H. B. Levine (Haz.). Londra: Phoenix.
Parsons, M. (1999). Psychic reality, negation and the analytic setting. The dead mother içinde. G. Kohon (Haz.). Londra: The New Library of Psychoanalysis, 1999, s. 59-75.
Rocha Barros, E. (2018). Symbol formation and transformation in theory and practice. Kanada Psikanaliz Derneği, 2018 Buluşmaları’nda sunulmuştur. Montreal.
Roussillon, R. (2014). Remarks made during a panel discussion at the 74. Fransızca Konuşan Psikanalistler Kongresinde (CPLF) dile getirdiği saptamalar. Montreal, Kanada, 30 Haziran 2014.
Winnicott, D.W. (1965). The psychology of madness. Psychoanalytic Explorations içinde. C. Winnicott, R. Shepherd ve M. Davis (Haz.). Cambridge, MA: Harvard University Press, 1992, s. 119-129.
Winnicott, D.W. (1974). Fear of breakdown. IRPA 1:103-107.
[1] Bu makale 15 Ocak 2022 tarihinde Psike İstanbul bünyesinde verilen çevrimiçi konferansta sunulmuştur. Makalenin daha eski bir versiyonu İtalyan Psikanaliz Cemiyeti’nde (SPI) Nisan 2021’de Roma’da ders olarak sunulmuştur. Bir diğer versiyonu ise Romanya Psikanaliz Cemiyeti’nin dergisinde yayımlanacaktır.
* Howard B. Levine, Amerikan Psikanaliz Derneği, PINE Psikanaliz Enstitüsü ve Çağdaş Freudcu Cemiyet üyesi eğitim ve süpervizyon psikanalisti.
[2] İngilizcesi Mind the gap. Burada bir kelime oyunu var: Mind aynı zamanda “zihin” anlamına geldiğinden bu tabirden “boşluğu zihinleştir” ya da “boşluğu ruhsallaştır” anlamı da çıkarılabilir. – ç.n.
[3] Yaşanabilen ama asla tamamen bilinemeyen ham varoluşsal Deneyime (Bion’un O alanına) istinaden, Deneyim sözcüğünün ilk harfini büyük kullanıyorum. Genel olarak kullandığımız (bilinen ya da bilinebilir) deneyimi ise küçük d ile belirtiyorum.
[4] “Analistin, Bilinçdışı sisteminde yer alan bastırılmış bir temsili, halihazırda orada olan bir temsili ortaya çıkarabilen yorumlayıcı sözü, ancak eni konu zihinselleştirilmiş psikonevrozlar için geçerli bir kavrayıştır.” (Botella 2005, s. 1)
[5] Bkz. Levine (IJP 2021a).
[6] Bkz. Levine (2021b, 2021a).
[7] Bkz. Bergstein (2019).
[8] İnşa üzerine daha kapsamlı bir tartışma için, bkz. Levine 2011, 2021.
[9] 2014’te Montreal’de Düzenlenen Fransızca Konuşan Psikanalistler Kongresinde René Roussillon içerik metapsikolojisine değil, süreç metapsikolojisine ihtiyacımız olduğunu söylemişti.
[10] Bebeksi (infantile) sözcüğü buraya tam oturuyor Çünkü bu sözcüğün Latince kökeni “konuşamayan” anlamına geliyor.
[11] Ayrıca bkz. Alvarez (2010, 2012).
[12] Ayrıca bkz. Levine 2010.