
KADIN VE PSİKANALİZ
IŞIL VAHİP*
Dayak yiyen kadınların olduğunu bilmeyen kimse yoktur. Ama bu durum sınırlı çevreler ve sınırlı koşullar dışında konu edilmez. Pek de uzak olmayan bir zamana kadar kadına ve çocuğa şiddet uygulanması bütün dünyada zaten toplumsal bir normdu. Son on yıllarda ise aydın çevrelerde açıkça kınanır oldu. Ama ayıplanan tam olarak nedir? Söz konusu olan fiziksel şiddet olduğunda bu ayıplanıyor. Peki ya şiddetin örtük biçimleri? Bu yazının konusu kadına yönelik fiziksel eş şiddeti ile sınırlı olmakla birlikte, dikkatli bir gözün günlük yaşamda ve psikanalitik çalışmada açık ya da örtük şiddetin pek çok örneğini fark edebileceğini belirtmek isterim. (Kadına yönelik şiddetin türleri ve sıklığı için bkz. Gülseren, 2020.) Öte yandan, bu yazıda akıcılığı sağlamak üzere, fiziksel şiddet için şiddet sözcüğü kullanılacak, zaman zaman şiddetin örtük biçimlerinden söz edilirken ayrıca belirtilecektir. Eş şiddeti terimindeki eş sözcüğü ile her türlü romantik ilişkideki eş (koca, nişanlı, sözlü, sevgili, cinsel partner, vb.) kastedilmektedir.
Kadın karşısında erkek, çocuk karşısında yetişkin kas gücü bakımından üstünlüğe sahiptir. Dahası kültürel olarak “üstünlük” erkeğe verilmiş durumdadır. Bu durum, kadını saldırıya açık hale getiren önemli bir etmendir. Günlük yaşamın ve çocuk yetiştirme biçimlerinin içine ilmek ilmek dokunmuş olan bu üstünlük ya da hak üstünlüğü motiflerini bizlerin de içselleştirmediğimizi ya da bunlardan tamamen arınmış olduğumuzu iddia etmek gerçekçi olmaz. Klinik ortamın yarattığı güç asimetrisinin bunun üstüne eklendiğinin farkında olarak, mesele kadın ya da erkek olmaya geldiğinde dilin ne söylediğine, nasıl söylediğine iki kat dikkat etmekte fayda var. Şiddet gören kadınlarla ve ender olarak başvursalar da şiddet uygulayan erkeklerle çalışırken bu durum belirgin olarak hissedilir. Yalnızca sessizlik içinde olup bitenlerin değil, sessizliğin kendisinin ve dinleme eyleminin niteliğinin de bir dili olduğunu psikanalistler çok iyi bilirler.
Kuşku duyulup araştırılmadıkça, eşinden şiddet gören kadın bunu kolay kolay anlatmaz (Akyüz ve ark., 2002; Vahip ve Doğanavşargil, 2006). Öte yandan, yalnızca psikanalitik olarak çalışan klinisyenler değil, ruh sağlığı çalışanlarının çoğu gözlerini, kulaklarını bu alana pek çevir(e)miyorlar. Doğanavşargil Baysal (2017) eşe yönelik şiddetin psikodinamik ve toplumsal olarak karmaşık kökenlerden kaynaklanmasını buna bir sebep olarak görür. Bu karmaşık kökenler karşısında, ruh sağlığı çalışanlarının yapabilecekleri birşey olmadığı duygusuna kapıldıklarını ve duymayarak, görmeyerek çaresizlikten ve yetersizlikten kaçınıyor olabileceklerini belirtir. Eş şiddetini “çok çeşitli boyutlarıyla kötü sonuçları olan adeta bulaşıcı bir sorun” olarak nitelendirir.
Goldner (2004), kadının maruz kaldığı şiddet eylemini açıklıkla tanımlayabilmesi için alan açılmasının önemine işaret eder. Eşinden şiddet gören kadının o anda bunu tek başına yaşamak zorunda kaldığını, örselendiğini ve bu durumun gerçekliğinin teslim edilmesi gerektiğini belirtir. Örselenen kişinin gerçeğini çıplak haliyle dinlemek kolay değildir. Öte yandan kişinin şiddet karşısındaki dehşetini tüm gerçekliğiyle söze dökebilmesi ancak böyle bir bağlam içinde olasıdır. Değişim, kopuk kopuk olanı bütünleştirebildikçe olacaktır.
Kadına yönelik cinsiyetçi baskı ve şiddetin anlaşılması multidisipliner çalışmalar gerektirir. Psikolojik meseleler ekonomik, politik, toplumsal, kültürel meselelerle iç içedir. Hâlâ etkinliği erkeğe, edilginliği kadına yakıştırmakla kalmayıp bunu açık ve örtük biçimlerde dayatan bir atmosferde yaşıyoruz. Şiddete maruz kalan kadın eğitimli bile olsa, ne ayıplanmaktan ne de utanmaktan kendisini koruyabiliyor. Ayrıca fiziksel şiddeti durdurma ya da şiddet uygulayanı terk etme eylemlerini etkin biçimde gerçekleştirememekten ötürü yine suçlanıyor, yine suçluluk ve utanç duyuyor. Bu paketin şık bir kılıfı da var: Mazoşizm.
Sigmund Freud mazoşizm ile ölüm içgüdüsü arasında bağlantı kurmuş ve sadizmle mazoşizmi madalyonun iki yüzü gibi görmüş, bir arada oluşlarına dikkati çekmiştir. Sadizmin dışarıya, mazoşizmin kişinin kendisine yöneldiğini söylemiştir (Freud, 1905, 1915, 1920). Ancak, erkekteki mazoşizmi tanımlarken dişil sözcüğünü bunun önüne bir sıfat olarak eklemiş ve “dişil mazoşizm” şeklinde nitelemiş olması bir sorundur (Akhtar, 2009, s. 109). Erkeğin suçlu bir çocuk gibi aşağılanma ve acı verici eylemlere maruz kalma düşlemlerine Freud’un vermiş olduğu bu isim, erkek çocuklara söylenen “Kız gibi ne ağlıyorsun?” sözündeki küçümseyici maksat taşıyan “kız gibi” ifadesini anımsatmıyor mu?
Mazoşizm kavramı ezbere kullanıldığında önemli sakıncalara yol açabilir. Analist/terapist kadına yönelik toplumsal baskıyı ve örtük şiddeti farkına varmadan kendi eliyle tekrarlayıp tekrarlamadığına dikkat etmelidir. Şiddet içeren çift ilişkilerinin yapısını anlamak için daha geniş ve küçümseyici olmayan bir mazoşizm kavramına gereksinim var. Buna dikkat çekenlerden biri Abby Stein’dir (2012). Şiddete maruz kalma, bazı mazoşistik kendilik durumları, agresif duygulanımın disosiyasyonu, tehlikeye aldırmazlık, kadınların kendini koruma yetisini bozan donakalma gibi psişik öğeler arasındaki ilişkiyi bu anlayışla incelemiş ve çocuklukta şiddet görme, yetişkinlikte şiddete tahammül etme, bilinçli olumsuz duyguların (kızgınlık, öfke, beğenmeme, küçük görme gibi) yokluğu, eşle ilişkide eşit derecede söz sahibi olma hakkını kendinde görmeme gibi öğeler arasında bağlantılar ortaya koymuştur.
Şiddet gören kadınların çoğunun ne gidecek yeri, ne de sosyoekonomik gücü var. Bu güce sahip olan kadınların bir kısmı şiddet uygulayan erkeği bırakabiliyor. Bunu yapan kadınların oranını araştıran ve bildiren bir çalışmaya ne yazık ki rastlamadım. Öte yandan, sosyoekonomik güce ve hatta aile desteğine sahip olduğu halde, eş şiddeti karşısında baskıya, kaba kuvvete, aşağılanmaya psikolojik nedenlerle boyun eğen ve edilgin kalan bir grup kadın var. Bu kadınların bir kısmına dair gözlemlediklerimi özetlemeye ve tartışmaya çalışacağım.
Eşinden şiddet gören ve bu örüntünün içinden çıkamayan birçok kadının bilinçdışı motivasyonu öncelikle psikolojik güç dengesini sağlamaya çalışmak olabiliyor. Şiddet, özünde dayatmacı bir güç kötüye kullanımı barındırır. Bu türden bir fiziksel güç dengesizliği, psikolojik dengeleri allak bullak eder. Kişi, çaresiz kaldığı eylem karşısında kendilik değerini korumanın bir yolunu bulmak zorundadır. Bir seçenek şudur: Nesne ne kadar “kötü” ise, kendisinin “iyi”liği, bu simsiyah fonun önünde bembeyaz görünecektir. Yeterince iyi kendilik hem dış dünyadan gelen saldırıyı durduramamaktan ötürü hem de iç dünyada tetiklenen yoğun agresyon nedeniyle darbe almıştır ve onarılmaya gereksinimi vardır. Güçsüzleştirilmiş, aşağılanmış, utançla yüklenmiş, tamamen köşeye sıkıştırılarak etkisizleştirilmiş bir kendiliği çaresizce yok olmaktan korumak üzere bölme devreye girer. Burada vurgulamak istediğim asıl nokta, bölmenin kendisinden ziyade, kadının bu ilişkiden çıkıp gitmesini zorlaştıran bilinçdışı süreçlerden birinin bölme ve ilgili düzeneklerle olan bağlantısıdır. Yukarıdaki cümlenin yapısıyla biraz oynadığımızda, bunun nasıl iki yönlü olduğu daha iyi anlaşılacaktır: İlişkisi için ses çıkarmadan, edilgince her şeye katlanan bu melek gibi kadının tertemiz (agresyonla kirlenmemiş) “iyi”liği önünde, nesnenin “kötü”lüğünün kapkara rengi iyice belirgin hale gelecektir. Karşı tarafın “rezilliğini” iyice görünür hale getirmek ve sonrasında onun pişmanlık ve utanç içinde kıvrandığını görmek geçici bir üstünlük algısı yaratır. Kadının mazoşistik konumundan söz edilecekse, mazoşizmin ve sadizmin daima bir arada bulunduğunu unutmamak ve madalyonun öbür yüzündeki sadistik bir etkinlikten ve doyumdan da söz etmek gerekir. Ancak, sorunları üzerinde psikanalitik olarak birlikte çalıştığım kadınlara baktığımda, bazılarının öteden beri sadomazoşistik eğilimleri olsa bile fiziksel şiddetin başlangıç noktasını oluşturan bilinçdışı motivasyonun bu olduğunu hiç görmedim. Tersine, şiddet bunu tetiklemektedir. Böyle bir durumda, saldırıya uğramış ve sarsılmış olan özgüven ve özsaygıyı düzenleyebilmek üzere benliğin devreye soktuğu savunma düzenekleri sadomazoşistik bir döngüye yol açarak, şiddet ilişkisinin sürmesine aracılık eden önemli bir yol teşkil edebiliyor. Bağımlılığı pekiştiren ve özsaygıyı daha çok bozan bu kısır döngünün ortadan kalkması, kadının eylemsizliği üzerine yalnızca şimdiki zamanda düşünmesine alan açmakla kalmıyor, gelecek eylemlerini ve eylemsizliğini planlamasına da alan açıyor. Kurtulma stratejilerinin ve plan yapmanın önemi fiziksel şiddetin tehlikesi göz önüne alındığında daha iyi anlaşılacaktır.
Salman Akhtar’ın Kapsamlı Psikanaliz Sözlüğü’nde (2009, s. 3-4) günlük yaşamda sıkça kullanılan etkinlik/edilginlik kavramlarının psikanalitik yazında üç amaçla kullanıldığı belirtilmektedir: Bunlardan birincisi, dürtüye yönelik olup sadizm ve mazoşizm örneklerinde olduğu gibi, etkin olarak doyum nesnesi aramaya ya da kendini bir başkasının doyumunu sağlayacak edilgin nesneye çevirmeye ilişkindir. İkinci kullanım, altbenlik, üstbenlik ya da dış gerçeklik karşısında benliğin etkinlik ya da edilginlik durumunu anlatır. Benliğin dürtü karşısında yeterince etkin olamaması sonucunda ortaya çıkan hesapsızca eylemler ya da üstbenlik karşısında yeterince etkin olamaması durumunda ortaya çıkan özkıyım durumları sözlükte buna örnek olarak verilmiştir. Üçüncü kullanım ise, zihinsel etkinliğin toplamdaki düzeyi olarak tanımlanmıştır. Etkinlik ve edilginlik arasındaki denge önemlidir. Edilginliğin ağır basması durumunda hareketsizlik, verimsizlik, hatta psişik ölümden söz edilmiştir. Manik savunmanın aşırı etkinlikle ilişkili olduğu da belirtilmiştir. Şiddet ilişkisi içine hapsolmuş kadınla çalışırken, kanımca her üç tanımla ilgili bileşenleri görmek mümkündür. Akhtar (2009, s. 4) bu tanımları yaptıktan sonra etkinliğin erillikle, edilginliğin ise dişillikle eşleştirilmesinin yanlış bir varsayım olduğuna değinir ve psikanalitik kuramın ilk yıllarındaki fallusu merkeze koyan yaklaşımın bu hataya yol açtığını söyler.
Şiddet çok karmaşık dinamiklere yol açar ve kadının zihinsel işlevlerini çok bozar. Unutmayalım ki, bu yazıda söz konusu edilen şiddet kadının tanımadığı bir yabacıdan değil, yakınlık duyduğu, güvendiği eşinden gelen şiddettir ve gerçekleştiği yer çoğu kez en güvenli ve rahat olmayı beklediği alan olan kendi evidir. Dehşeti ve utancı yeniden yaşamamak için, kadın her an tetikte olmaya, giderek sinmeye ve şiddet görmemek için boyun eğmeye, etkinliğini sınırlamaya başlar.
Bazı gruplar daha sık maruz kalmakla beraber, öncelikle belirtmek gerekir ki yaşamının herhangi bir evresinde, yakın olduğu bir erkekten şiddet görme olasılığı hemen hemen her kadın için vardır. Çünkü bu durumun kökenleri kadının özellikleriyle sınırlı olmaktan çok uzaktır. Ama bazı etmenlerin bu olasılığı artırdığını biliyoruz. Bunlardan biri çocuklukta babadan anneye yönelen şiddete tanık olmaktır (evdeki şiddetin gelişimsel boyutu için bkz. Vahip, 2002). İlgili yazında çok üstünde durulan bir diğeri, çocuklukta şiddet görmedir. Şiddetin örtük biçimleri de buna dahildir. Örneğin, Goldner’e (2004) göre bu kadınlar çocukken psişik ihmale uğramış, görülmemiş, anlaşılmamış, değersizleştirilmişlerdir. Üstelik bazıları kendilerini göstermemekle suçlanmışlardır. Aileleri onların kendileri için bir şey talep etmesine katlanamamıştır. Kız çocuğun tanınma gereksinimi sıklıkla anne ile kızı arasında şiddetli bir çatışma uyandırmış, anne kızını aşırı talepkâr ya da zor çocuk olarak algılamıştır. Annedeki bu algısal zorlanma, onun kızına kulak vermesini, kızının düşüncelerini, onun bireyliğini, aynı zamanda gereksinimlerini merak etmesini ve görmesini engellemiştir. Çoğu kez bu çatışma, muhafazakar toplumsal cinsiyet rolleri bağlamında vücut bulur. Kız çocuğa verilen mesaj, sevilebilir olmak için kadın olarak kendisini yok sayması gerektiğidir. Ne baba ne de bir başka erkek tarafından, aslında bir başkası tarafından görülme, olduğu gibi kabul edilme talebi olmamalıdır. Bu kendinden vazgeçiş sonucunda ulaşacağı ödül, annenin sevgili kızı olmak ve kadınlar dünyasına kabul edilmektir. Ancak anne ile ilişki çatışma yüklü olduğundan bu şansı da yoktur. Duyulma, görülme gereksinimi ile kıvranan ve duyulduklarını, görüldüklerini hissedemeyen bu kadınlar, eşlerine seslerini duyurabilmek uğruna dayağı göze alabilirler (Goldner, 2004).
Ayşegül ismini vereceğim kadının psikoterapi sürecinde bu ilişki biçimi aramızda canlanınca, aile dinamiklerini yavaş yavaş iyice anlayabildik. Ayşegül zeki, mücadeleci ve canlı mizaca sahip bir kadındı. Canlı mizacına eşlik eden manik savunma ve terapisti ülküleştirmesi yoğunlaştığı zaman Ayşegül’ü çok hızlandırıyor, onu takip etmek zorlaşıyordu. Hafiften büyüklenmeci tutumunun özgüveni düzenleyici işlevi açık seçik görülüyordu. Bölünmüş nesne tasarımının tümden iyi kısmını babaya yansıtıyor ve onun sevgi dolu yanını övüyordu. Annesinden nefret ettiğini söylüyordu. Annesi ile ilgili hemen hemen her çağrışıma, evleninceye kadar ondan fiziksel şiddet gördüğü bilgisini ekliyordu. Kocasıyla “dayaktan kurtulmak için” evlendiğini sonradan öğrendim. Bölme uzun süre kocasıyla ilgili anlatımlarına da damgasını vurdu. Kocası hakkında yalnızca iyi şeyler dile getirdi. Bölünmüş nesne tasarımının kötü parçaları kendiliğe mal ediliyor ve Ayşegül yetersiz, ruhsal sorunları olan, “düzeltilmesi” gereken (benim tarafımdan) bir kadın oluyordu.
Kocasından fiziksel şiddet görmekte olduğunu başlangıçta bilmiyordum. Kocası onu ilk kez, henüz birkaç günlük evliyken “açık” giyindiği ve bunun kendisine saygısızlık olduğu bahanesiyle dövmüştü. Güvendiği eşinin bu eylemi karşısında, annesinden gördüğü şiddeti geride bırakmaya çalışan ve evlenerek bunu başardığını düşünen Ayşegül’ün nasıl bir şok yaşadığını okuyucu kolayca hayal edebilir. Önce kocasının istediği gibi giyinmeye başlamış ve sonra giderek başka konularda da onun istekleri doğrultusunda hareket ederek şiddetten korunmaya çalışmıştı. Bunun şiddeti durdurmadığını görünce, kendi beğendiği şekilde giyinme cesaretini yavaş yavaş gösterebilmişti. Zaman içinde fiziksel şiddetin kendiliğinden ayda bire indiğini söyledi. Onu terapiye getiren bilinçdışı temel motivasyonun başka bir yol aramak ve kendisi olmayı başarmak olduğunu düşünüyorum. Bu yolculuğunda Ayşegül’ün kendiliğini destekleyen bazı iyi içsel nesneleri vardı. İlkokula kadar ona bakan halası ve yoksulluk nedeniyle öğrenimini sürdüremese de onun zekasını, merakını, çalışkanlığını takdir edip onun için açıkça çabalayan öğretmenini hatırlıyordu. Onlarla karşılıklı ilişkisine eşlik eden olumlu duygulanımlarla birlikte içselleştirilenler, kendiliğinin görece güçlü tarafları olarak işlev görüyordu. Ancak anne ile ilişki yoğun biçimde çatışmalıydı.
Annenin komşu kadınlarla kavgalı olduğunu, babayı kıskandığını bu nedenle zaman zaman konversif atakları olduğunu öğrendim. Kızına fiziksel şiddet uygularken bir yandan “Sen o… mu olacaksın?” şeklinde küfür ederek sık sık bağırdığını, babasının yanında “edepli” davranmasını, o gelince eteğini örtmesini tembih ettiğini duydum. Bu annenin, kadını cinsel bir nesneye indirgeyişi kendisi ve kızı için acı sonuçlara yol açmıştı. Anlaşılan o ki, annenin kendisi de bir kadın olarak özgüven eksikliği içindeydi ve başka kadınların cinselliğini kendisi için tehdit olarak algılamaktaydı. Öte yandan, bu annenin bilinçli motivasyonu olasılıkla kızını dış dünyadaki erkeklerden ve diğer kadınların ve erkeklerin aşağılamasından korumaya çalışmak olsa gerek. Bilinçdışında işlerlikte olan ise, kendisine dayatılan ve edilgin şekilde yaşamak zorunda kaldığı kadına yönelik ayrımcılığın ve baskının travmasını kızıyla tekrarlama zorlantısıydı. Bir annenin, kızını kendi saldırılarına maruz bırakarak ve kız çocuk/ kadın olduğu için aşağılayarak şiddet döngüsünü bir sonraki kuşağa nasıl aktardığını bu örnekte görüyoruz. Ayşegül annesi tarafından bir birey olarak görüldüğünü, merak edildiğini, kendisine kulak verildiğini hissedemeden büyümüştü. Kadın cinselliğine ve inisiyatifine tahammül edemeyen ve saldırarak şiddet uygulayan eşin dinamikleri ile annenin dinamikleri arasındaki benzerlik her birinin bireysel psikolojilerine ilişkin etmenlerin yanı sıra kültürel bir sürekliliğe işaret ediyor.
Çocukluğunda annesi tarafından, evliliğinde kocası tarafından “kötü gözle bakılan” bu kadınlar, bize çoğu kez başka yakınmalarla geliyorlar. Klinik çalışma sırasında kendilerine alan açıldığını hissettikten bir süre sonra, eşlerinden gördükleri şiddetten nabız yoklaya yoklaya söz etmeye başlıyorlar. Bu kadınların bir kısmından duyuyoruz ki kızına kötü gözle bakan anne, kurbanı olduğu muhafazakar dili içselleştirip kendi ruhsallık içi çatışmalarının zehrini aynı dille kızının iç dünyasına akıtmış. Dahası bazı anneler bu kızları sürekli dövmüşler ya da babadan dayak yemesine neden olmuşlar. Yanlış anlaşılmamak için tekrar vurgulamak isterim ki, babanın eyleminden anneyi sorumlu tutuyor değilim. Yalnızca şiddetin karmaşık psikolojik süreçlerinde yer alan birçok ara işlemden bir tanesine değiniyorum.
Şiddet sarmalını sürdüren düzeneklerden biri bazı çiftlerde yansıtmalı özdeşim üzerinden gerçekleşir. Bilinçdışı bu düzenek içinde her iki tarafın utancı, çaresizliği karşılıklı olarak tetiklenir durur. Yansıtmalı özdeşimin ve paranoid-şizoid ve depresif konumların kadına yönelik şiddetle nasıl bir ilişki içinde olduğunu Humphries ve McCann (2015) anlatmıştır. Burada önemli olan nokta, erkeğin eyleminden ve verdiği zarardan kadını sorumlu tutmamaktır. Her birey kendi eylemlerinden sorumludur ve kendi verdiği hasarı tamir etmekle yükümlüdür. Öte yandan, şiddet uygulayan eş çoğu kez şiddet-pişmanlık/utanç-şiddet döngüsü içinde sıkışıp kalmıştır ve onun da yardıma gereksinimi vardır. Ancak, kadının buna katlanıyor olması kendi mazoşizmi olarak kavramlaştırıldığında, şiddet uygulayan tarafın sorumluluğu kendiliğinden ikinci plana düşmektedir. Oysa kültürün ve kol kuvvetinin ilişkide erkeğe verdiği güç bu bağlamın bir parçasıdır. Şiddetin sorumluluğunu şiddeti uygulayana vermek klinik ortamda da aynı derecede önemlidir. Kadının psikanalitik çalışmada derinleşebilmesi bununla yakından bağlantılıdır. Sıkıntılarında kendi katkısını görebilmesi, üstlenebilmesi ve kendini dönüştürebilmesi çoğu kez ancak bundan sonra mümkün olur.
Burada kritik önem taşıyan bir nokta, kadını mağdur konumuna ve erkeği ise duyarsız bir canavar konumuna indirgeme yanılsamasına düşmekten kaçınmaktır. Tıpkı tersi gibi, bu da kaçınılmaz olarak analitik çalışmada derinleşmenin önünde engel oluşturur. Eşduyumdan tamamen yoksun, antisosyal özellikleri belirgin olanlar dışında, şiddet uygulayan erkeklerin çoğu kapsanmamış olanı ve kapsayamadıklarını eyleme vururlar. Eşle ilişki içinde canları çok yandığı için buna dayanamadıklarında şiddet hızla tetiklenir. Canlarını yakan ise bilinçdışına gömülü yaralarının kanamaya başlamasıdır. Ancak, eylemlerinin ve karşı tarafa verdikleri zararın sorumlusu karşı taraf olamaz. Sorumluluklarının onlara verilmesi gerekir. Yaptıkları eylemi yapılmamış hale getirmeleri mümkün değildir ama eşit bir ilişkide sonuçlarına katlanmaları (bu bazen ayrılık olacaktır) ya da karşı tarafı onarmanın bir yolunu bulmaları gerekir. Yalnızca karşı tarafın değil, kendilerinin de özsaygısı ve huzuru aslında buna bağlıdır.
Tahmin edileceği gibi, şiddet gören kadınla çalışmanın ayrı, şiddet uygulayan erkekle çalışmanın ayrı güçlükleri vardır. İçinde yaşadığımız güncel ortamda şu ya da bu bahaneyle kadınlar öldürülürken, failler ceza indirimi alırken, “söz dinlemeyen” kadınlar evlerde ve sokaklarda dövülüp saçlarından sürüklenirken, herkes gibi tabii ki analistler ve terapistler de bu haberlerle örseleniyorlar. Bu durumda, yalnızca hastanın ve analistin/terapistin erken çocukluk yaşantıları ve aktarım/karşı-aktarım gibi kavramlar bağlamında düşünmekle yetinebilir miyiz? Yoksa odanın içinde canlananlar, aynı zamanda dış dünyadan içeriye bulaşanlarla, özellikle dış dünyada olup bitenlerin tetiklediği duygulanımlarla (afektlerle) da karışmış olabilir mi? Dolayısıyla, bütün bunları ve daha birçok bileşeni ayırt edebilmek için iki kat titizlikle çalışmak çok önemli olsa gerek.
Psikanalitik yazın eş şiddeti konusunda ne yazık ki çok sınırlı olmakla birlikte, bitirirken vurgulamak isterim ki henüz sınırlı sayıda olsalar da mevcut çalışmalar bu alana değerli katkılar sunmaktadır. Bu kısa yazı ise, yaşamın içinde olduğu kadar klinik çalışmanın da içinde yer alan bu önemli konuya dikkat çekmek ve konunun özellikle psikolojik güç dengesi ile ilgili boyutunu tartışmak amacıyla kaleme alındı. Eş şiddetinin hangi tür zeminlerde daha sık görüldüğü, ne gibi ruhsallık içi etkileri olduğu, kuşaktan kuşağa nasıl yollarla aktarıldığı, psikoterapide nelere dikkat edilmesi gerektiği gibi konulara bazı yönleriyle değinildi.
KAYNAKÇA
Akhtar, S. (2009). Comprehensive dictionary of psychoanalysis. Londra: Karnac.
Akyüz, G., Kuğu, N. ve Doğan, O. (2002). Bir psikiyatri polikliniğine başvuran evli kadınlarda aile içi şiddet, evlilik sorunları, başvuru yakınması ve psikiyatrik tanı. Yeni Symposium, 40:41-48.
Doğanavşargil Baysal, Ö. (2017). Ailesinde şiddet gören kadına poliklinikte yaklaşım: Kullanışlı bir yöntem önerisi olarak destekleyici psikoterapi. Psikiyatride Güncel, 7(4):356-365.
Freud, S. (1905). Three Essays on the Theory of Sexuality. The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, Cilt 7:135-243.
Freud, S. (1915). Instincts and their vicissitudes. The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, Cilt 14:117-140.
Freud, S. (1920). Beyond the pleasure principle. The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, Cilt 18:7-64.
Goldner, V. (2004). When love hurts. Psychoanalytic Inquiry, 24(3):346-372.
Gülseren, L. (2020). Kadına yönelik cinsiyetçi şiddet ve ruh sağlığı. Toplum ve Hekim, 35(3):216-228.
Humphries, J., McCann, D. (2015). Couple psychoanalytic psychotherapy with violent couples: understanding and working with domestic violence. Couple and Family Psychoanalysis, 5(2):149-167.
Stein, A. (2012). Engendered self states. Psychoanalytic Psychology, 29(1): 34-58.
Vahip, I. (2002). Evdeki şiddet ve gelişimsel boyutu: Farklı bir açıdan bakış. Türk Psikiyatri Dergisi, 13(4):312-319.
Vahip, I., Doğanavşargil, Ö. (2006). Aile içi fiziksel şiddet ve kadın hastalarımız. Türk Psikiyatri Dergisi, 17:107-114.
* Işıl Vahip, Psike İstanbul ve IPA üyesi eğitim psikanalisti.