Gelmesi Mümkün Olmayan: “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” Üzerine

PSİKANALİZ VE SİNEMA

TUĞBA KOCAEFE*

Kör taklidi yapıyorum,

Tıpkı ağaçlar gibi,

Hiçbir yere gitmemek için

Sakin, “Hamur İşleri”

Geçmişimizle nasıl bağlantı kurarız? Anılar sadece sözcüklere dökülerek yani bu yolla hatırlanarak mı zihinlerde canlanır? Yoksa geçmişte yaşadığımız ve içimizde yer etmiş olan bazı deneyimlerin, sözcüklerle tarif edilemeyecek kadar karmaşık bir tarafı var mıdır? Bu yazıda, bu sorulara psikanalizin, edebiyatın ve sinemanın diliyle yanıt bulmaya çalışacağım.

Eylemlerin ruhsal bir karşılığı olabileceği düşüncesi, Freud ve Breuer tarafından Histeri Üzerine Çalışmalar’da dile getirildi. Onlar, dış dünyada yaşanan sarsıcı travmatik deneyimlerle ruhsal olarak baş edilemediğinde, duygusal tepkinin farkında olmadan bilincin dışına atıldığını öne sürdüler (Freud, 1955). Böylece, duygusal tepki kişinin bilinçdışında korunuyor, sözel olarak değil ama bedensel olarak ifade ediliyordu. Freud, eylemlerin ruhsallıkla bağlantısına dair düşüncelerini, “Hatırlama, Tekrarlama ve Derinlemesine Çalışma” (“Remembering, Repeating and Working Through”, 1914) başlıklı makalesinde geliştirerek anlattı. Psikanaliz çalışmasında, kendini serbestçe ifade etmesi beklenen kişinin bazen anlatacak bir şey bulamadığını ve sessiz kaldığını, bazen de mimiklere ve birtakım eylemlere başvurduğunu belirtti. Bu davranışlar, dilin henüz yeterince gelişmediği çocukluğun erken dönemine ait ilişkisel deneyimlerin bir yansıması gibiydi. Kişinin bu dönemde baş edemeyip, bilincin dışına attığı deneyimler ve onların yarattığı karmaşık hisler, psikanalistle olan ilişkisinde canlanıyordu. Sözel yolla kendini ifade etmek bu karmaşa nedeniyle zorlaşıyor ve bu zorlukla kişi, yine farkında olmadan “eylem”lere başvuruyordu. Freud, bu eylemsel ifadelerin, geçmişi hatırlamanın önünde bir engel olduğunu düşündü. Fakat, bunların aynı zamanda hatırlamanın bir yolu olarak da değerlendirilebileceğini söyledi. Eylemlerle tekrarlanarak sahneye konan ilişkilerde, kişi belki de karşısındakine iç dünyasını anlatmaya çalışıyordu. Mesele çözülmedikçe, eylemler tekrarlanıyordu. Farklı ilişkilerde, aynı dinamikleri farkında olmadan tekrar ederek yaşamak bir bakıma ruhsallığı bir çözüme ulaştırma çabası taşıyordu. Öte yandan, benzer eylemlerin sürekli tekrarı ruhsal büyümenin önünde bir engel oluyor, adeta zamanı durduruyordu. Peki bu eylemler nerede başlar, nerede biter? Travmatik deneyimler bilinçdışına atılmadan söze dönüşebilir mi?

Bion’un (1984), düşünme yetisinin oluşumuna dair görüşleri, bakım veren ile bebeğin duygusal ilişkisine dayanır. Bebek, anne karnından çıkar ve bilinmez bir dünyaya gözlerini açar. Bu belirsizliğin içinde yeni doğan bebek, birtakım bedensel duyumlar deneyimler, henüz zihinsel düşünme kapasitesi oluşmamıştır. Bion, bu duyumlara beta elementleri adını verir. Bebek, bedenindeki anlaşılmaz duyumları hareketler ve sesler yoluyla bakım verene iletir. Bakım verense bu duyumları kendi zihinsel alanına alarak bunların ne anlama gelebileceğini hayal etmeye ve düşünmeye başlar. Dolayısıyla, bebeğin ilettiği duyumları bir düşünceye dönüştürür, ardından bebeğin sindirebileceği şekilde ona geri verir. Bion, bu geri verilen deneyime, alfa elementi adını verir. Örneğin, bebek ansızın ağlamaya başladığında anne gelir ve onun neden ağladığını düşünür. Bebeği kucağına alır, bezini kontrol eder. Nihayetinde bebeğin aç olduğuna karar verir ve onu besler. Böylece, bebek için bilinmez ve travmatik olabilecek bir ham beden duyumu, anlam bulmuş olur. Bebek “aç olma” halinin nasıl bir şey olduğunu içselleştirilir. Bion, bebeğin ham duyumlarıyla baş eden ve bunları dönüştürebilen bakım verenin bu yetisine “hayalleme (reverie) yetisi”, tüm bu dönüştürme sürecine ise alfa süreci adını vermiştir. Bu durumda, bebek için birer bilinmez olan bedensel duyumların, onları tolere edebilecek ve dönüştürebilecek bir zihne ihtiyaç duyduğu açıktır. Bu da bebeğin bir iletişim kurma biçimi olarak varsayılabilir. Bion, bunu bir sindirim sürecine benzetir. Pişmemiş duyumsal deneyim, bakım verenin düşleme yetisi aracılığıyla bebeğin henüz gelişmemiş ruhsallığının yutamayacağı kadar büyük olmayan parçalara dönüştürülür. Bu sürecin çokça tekrarıyla, bebeğin deneyimler hakkında düşünme ve onlara anlam verme kapasitesine hizmet eden bir zihinsel aygıt yavaş yavaş oluşur. Bion bu modele, kapsayan (container) anne ve kapsanan (contained) bebek kavramlarını da ekleyerek bu süreci öznellikler arası, ikili bir süreç olarak yapılandırır. Bu ikili, bebeğin yaşamının ilk çifti olarak görülebilir. Kapsayan, kapsananın işlenmemiş duygularını kendi düşleme yetisiyle kapsayabilmeli ve psikolojik çalışmayı yapabilmelidir.

Düşünme kapasitesi, simgeleştirme, hayal kurma, anlam verme ve söze dökme, yaşamın erken döneminde bir ötekinin zihni ve iç dünyasıyla kurulan ilişki içerisinde gelişebilir. Bebeğin hareketlerini istemsiz bir performans, bir yaratı olarak düşünelim. Bir yaratı her zaman izleyicisiyle var olur, buna ihtiyaç vardır. Belki bilinmeyenlerin ve/veya dış dünyanın bizi zorladığı durumlarda, karmaşık deneyimlerimizi anlamlandırmamızı sağlayacak ve böylece sindirimimizi kolaylaştırabilecek bir öteki ruhsallığa ihtiyaç duyarız. Ötekinin ruhsal ya da somut olarak yokluğu (ki bebeklikte ikisi neredeyse aynı anlama gelmektedir) bizi, iç dünyamızın parçalarıyla baş başa kaldığımız bir dehşet hissi içinde bırakabilir. Belki böyle yaşantılar, duyumların ve karmaşık hislerin anlaşılması yolunda kişiyi tekrar eden bir eylemselliğin içine atabilir. Kolaylaştırıcı bir ötekinin yokluğunda, çiğnenmesi zor duygusal deneyimler bir gün anlam bulup sindirilmeyi umarcasına kendilerini tekrarlayan eylemlerde var edebilirler. 

Ebeveynlerin yokluğu ve bu yokluğun içselleştirilmesi, Melanie Klein (1946) tarafından, Bion’dan önce ortaya konulmuş bir konudur. Klein, bebeğin doğduğu andan itibaren, anneye içgüdüsel bir şekilde yöneldiğini söyler. Bu ilk ilişkide, bebek için anne sadece bir parçadan (memeden) ibarettir. Memenin geldiği anlar bebek için yoğun haz, doyum ve sakinlik anlarıyken, herhangi bir sebepten kaybolduğu anlar ise yoğun bir acıyla deneyimlenen öfke ve dehşet anlarıdır. Bebek, benliği henüz gelişmemiş olduğu için yoksunluk ve nefret gibi acı veren deneyimleri içinde tutamaz, saldırganlığını annenin ruhsallığına eylemler aracılığıyla yansıtır (memeyi ısırır, vb). Fakat, bebeği doyuran kaynak da, yoksunluk gibi acı deneyimlerin kaynağı olan da aynı memedir. Dolayısıyla, başlangıçta nefret edilen-kötü ve doyum veren-iyi olarak bölünmüş anne, bebek için yavaş yavaş birleşmeye başlar. Hem iyi hem kötü olabilen anne yapısı, bebekte hem bir hayal kırıklığı hem de bir suçluluk yaratır. Bu karmaşık duygular, bakım verenin kendi ruhsallığında bütünleştikçe, anne bunları kapsayabildikçe ve bebeğin saldırılarına rağmen yok olmayıp geri geldikçe, bebeğin içindeki suçluluk yavaş yavaş onarıma dönüşür. Böylelikle bebeğin içinde çiftedeğerli olmayı başarmış bir anne imgesi oluşur ki bu imge anneden ayrışmayı mümkün kılar. Kayıp yaşadığımızda kendi kendimizi sakinleştirebilme, ötekini yok etme tehlikesi yaşamadan öfkelenebilme, hazzı yaşayabilme ve doyum alabilme, tümgüçlü olmadığımızı kabul edip yasını tutabilmenin temelleri bu şekilde atılmış olur.

Bebeğin bakım verenle olan bedenselliğe dayalı ilişkisinin yaratıları ve bunun ruhsallıktaki karşılıkları araya bir üçüncünün girmesiyle birlikte sembolleştirmeye ve dile dönüşecektir. Annenin dünyası sadece bebeğinden ibaret değildir, onun çift olduğu başka biri daha vardır. Annenin ister söyleminde, ister zihninde, isterse arzusunda kendini göstersin, üçüncünün yani babanın varlığı, simgeleştirme ve dil kapasitesi için önemlidir. Anne ve bebeğin, iyisiyle kötüsüyle birlikte oluşturdukları bütün, babanın da araya girmesiyle birbirinden ayrışır. Artık birbirine yapışık bir anne-bebek ikilisinden değil de ayrı ayrı iki varlıktan söz edebilmek mümkündür. Bu durum, bebeğin içinde iyisiyle kötüsüyle bütün bir anne temsili oluşmasıyla katlanılabilir olur. Baba ve/veya bir üçüncü olarak araya giren her durum, ikilinin arasına bir mesafe koyarak bir ara bölge yaratır. Bebek tarafından daha önce eylemsel olarak sahnelenen ve sadece annenin zihninde mana bulan yaratılar, artık bu ara bölgede -ve cisimleştirilmiş hali olan babanın varlığında- anlam bulur. Anne-baba çiftini arzu, korku ve merakla izleyen çocuk, cinsiyet farkını, ötekiliği, dışarıda kalmayı ve onların yokluğunda hayal kurmayı keşfeder (Roussillon, 2011).

Son olarak denilebilir ki, yaşamın erken dönemlerinde henüz sözler aracılığıyla ihtiyaçları anlatma kapasitesi gelişmemişken, eylemler hayati bir öneme sahiptir. Zamanla sözler gelir, eylemler yerini sözlere bırakır. Psikanaliz odasında da, analizan psikanalistine geçmiş deneyimlerini anlattıkça, yaşamının erken döneminde baş edemeyip, bilincinin dışına attıkları bir bir canlandıkça, bu analitik çiftin arasındaki ilişki analizan için tanıdık ama travmatik olan geçmiş ilişkilerine dönüşür. Ebeveyn-çocuk arasında kurulamamış, eksik kalmış, yoksunluk yaşanmış her ne varsa bu analitik ilişkide bir bir tekrar eder. Tüm bu tekrarlarda, analizan farkında olmadan tam da kendisini ve ihtiyaçlarını eylemlerle ifade etmekten başka bir yol bulamadığı döneme hapsedilmiş olarak bulabilir. Ve tam da yaşamın erken dönemlerindeki gibi, bu eylemleri sözlere çevirecek birine ihtiyaç duyar. Analist adeta, hasta için dayanılmaz hislerini eylemler yoluyla içine boşaltacağı bir kap gibidir. Analist bu noktada kapsayan konumuyla, bunun bir aktarım (transference), seanslarda yaşananın ise geçmiş ilişkilerin bir canlandırması olduğunu (enactment) ve süreçte işlenmesi gerektiğini fark etmelidir.

Tüm bu kuramsal bilgilerin ışığında, Barış Bıçakçı’nın bir roman olarak kaleme aldığı ve aynı isimle yönetmen Seyfi Teoman tarafından 2011 yılında beyaz perdeye uyarlanan Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı eseri ele almak istiyorum. Filmde, kaybolan ilişkiler tekrar canlanıyor, bu canlandırmalarda konumlar ve roller sürekli değişiyor, dolayısıyla sınırların nerede başlayıp nerede bittiğinin anlaşılması zor oluyor. Aslında bir bakıma, bir kitap uyarlaması olmasının da etkisiyle, sözcükler vesilesiyle hayaller kurduran kitabın nerede bitip görselliğin diliyle bizi buluşturan filmin nerede başladığını ayırt etmek de kolay olmuyor. Bu sebeple, çift olmayı, kayıpların ve travmatik deneyimlerin eylemlerle tekrarını hem kitaptan alıntılar hem de filmden sahnelerle anlatmaya çalışacağım.

Bizim Büyük Çaresizliğimiz ve Düşündürdükleri

Film ve kitap, otuzlu yaşlarının sonuna gelmiş, aynı evde oturan Ender ve Çetin adlı iki erkeğin hikâyesi. Kitap, Ender’in kaleminden Çetin’e yazılmış bir mektup gibi görünse de film bu şekilde oluşturulmamış. Haliyle kitabı okurken insan, ikilinin mahrem hikâyesine konuk olduğunu, bir üçüncünün bu alana dahil olup bir söz söylemesinin ne denli zor olduğunu daha çok hissediyor. Öte yandan, okurken ve izlerken, zaten ikilinin arasına bir üçüncünün dahil olması sebebiyle bu mektupların yazıldığını fark ediyoruz. Film, anne ve babasını bir trafik kazasında kaybetmiş, yirmili yaşlarının başında bir üniversite öğrencisi olan Nihal’in, Ender ve Çetin’le birlikte yaşamak durumunda kalmasıyla başlıyor.

Filmin ilk sahnesini hem bir “ilk sahne” düşlemi hem de gerçeklik boyutuyla ele almanın önemli olduğunu düşünüyorum. Psikanaliz kuramında “ilk sahne”, çocuk tarafından ebeveynleri arasındaki cinsel ilişkinin ilk defa gözlemlendiği ya da hayal edildiği an olarak tanımlanır (Freud, 1918). Ebeveyn çiftinin arzu dolu sahnesinin dışına atılmış gibi hisseden çocuk, hem merak hem de öfke hisseder. Dışarıda kalmanın öfkesi ve arzuların merakıyla tetiklenen çocuk, bununla baş edebilmenin yollarını arar. Yazımın kuramsal kısmında değindiğim üzere, bakım veren ile olan ilişkiler yeterince iyi yapılanmışsa, çocuk bu deneyimi dönüştürebilir, saldırgan ve erotik dürtülerini mastürbasyona yöneltebilir, düşlemlerle hayal kurabilir ve böylece tek başına olma yetisi gelişebilir (Winnicott, 1958). Filmde ilk sahne, Nihal’in anne-babasının cenazesidir. Dolayısıyla, anne baba çiftinin dışında kalmanın ve buna öfkenin öldürücü tarafıyla karşılaşırız. Sanki, hem çift olmaya arzu duymak hem de bu çiftin dışında kalmak bir ölüm sebebidir. Kaza sırasında arabada olan Nihal’in üvey abisi Fikret bu dehşet durumunu “İnsanın aklından çıkmıyor sesler falan o gürültü… Ne yapacağız şimdi?” diyerek kelimelere döker (Teoman, 2011).

Ebeveynlerini ani bir kaza sonucu kaybetmiş bir gencin (Nihal’in) gerçekliği üzerinden de ilk sahneyi ele alabiliriz. Freud (1917), sevilen kişinin kaybı karşısında yas tutmanın aşamalarını araştırmış ve yas tutulamama durumunda oluşan melankolik ruh halinin tanımını yapmaya çalışmıştır. Freud’a göre, sevdiği yakınını kaybeden kişi, yas tutmada belli aşamalardan geçecektir. Kaybedilen kişiye olan libido içeren yatırım yavaş yavaş geri çekilecek, böylece bu yatırım diğer ilişkiler için kullanılabilir hale gelecektir. Yas sürecinde, başlarda inkâr edilen travmatik gerçeklik zamanla eski haline gelir. Fakat yaşamı devam eden kişi, içinde ölüm ve buna dair kayıpların olduğu bu yeni gerçekliği istemeden yaşadığı için, içsel olarak çatışmalı bir süreçten geçer. Bir tarafıyla kaybı inkâr etmeye eğilim gösterir, öte yanıyla ise gerçekliği kabul etmeye çalışır. Freud, kayıp karşısındaki ilk tepkinin inkâr etmek olduğunun altını çizer. Dış dünyaya ilgi kaybolur, kişi kendini ilişkilere ve gerçekliğe kapatır, eylemlerinde bir ketlenme görülür. Kaybedilen kişiyle özdeşleşilir. Bu ilk başlarda doğal bir tepkidir. Melankolik durumda, bu tepki sürer, kaybedilen kişiyle özdeşleşmeden vazgeçilmez hatta özdeşleşilen kişinin adeta kendisi olunur. Kaybedilen “nesnenin gölgesi benliğin üzerine düşer” (Freud, 1917, s. 249). Benlik, kaybedilenden ayrılmamak için onu adeta yiyip yutar. Bu sürecin, ebeveyn kaybı yaşayan ergen ve genç yetişkinlerde biraz daha farklı işlediği söylenebilir. Gelişim süreçleriyle kayıp süreci birbirine karışabilir. Ergenlik sürecinde, benliğin yeniden yaratımı söz konusu olduğu için, ebeveynlerle çocuklukta yaşanmış ilişkilerin tekrarı ve çatışması görülür. Ergen, kendini yaratmak için ailesiyle çatışır, sınırlarını böylece öğrenir. O zamana kadar aileyle ilişkilerde kullanılan enerji artık dış dünyaya taşınır. Ergenin, vücudunda değişimler olurken, benlik çatışmaları yaşarken ve dış dünyayla yeni ilişkileri yapılanırken, ne kadar çatışsa da orada sağlam durabilecek ebeveynlere ihtiyacı vardır. Bu zamanda olan ebeveyn kayıplarının, bu anlamda da baş edilebilmesi zor olduğu söylenebilir. Benlik örgütlenmesi bir dağılıp bir birleşirken, yaşanan kayıp da bu dengesizliği tetikler. Benlik zayıflar ve boğulmuşluk hisleriyle dolar. Ergenin benliği, çifte atakla karşı kaşıya kalır (Keenan, 2014).

Nihal, ebeveynlerinin kaybından sonra taşındığı Ender ve Çetin’in evinde, yas sürecinin aşamalarından görece sağlıklı bir şekilde yavaşça geçer. Onun, en başta dış dünyadan elini ayağını çektiğini, ama sonradan Çetin ve Ender ikilisinin hayatına katıldığını görürüz. Mesela zaman geçtikçe, evde Ender’in çalıştığı odaya daha sık girdiğini, onunla zamanla daha çok konuştuğunu izleriz. Ender’le evdeki bir sohbetleri sırasında Nihal, anılarından bahseder. Ortaokulda bir gün okula bir kitap sergisi açıldığını, sergideki üniversiteli bir erkeğin ona bir kitap uzattığını ve bundan çok etkilendiğini anlatır. Fakat, bu erkeğin hayaliyle geçirdiği derslerin sonunda teneffüste bahçeye çıktığında serginin toplandığını görmüş ve hayal kırıklığına uğramıştır. Ender’e bir gün içinde yaşadığı ve kaybettiği aşkından, bu hayran olduğu ona kitap veren erkeğin gidişinin ardından büyümüş gibi hissettiğinden ve belki de ondan bir emanetmiş gibi hissettiği kitaplardan vazgeçmeyişinden söz eder. Nihal’in hayatında, sözcüklere yer vardır, büyümeyi biliyordur. Belirli bir süre için dış dünyadan, sözcüklerden, yeni ilişkilerden ebeveynlerini aniden kaybetmenin belki doğal bir sonucu olarak elini ayağını çeker. Ama o sırada bile derslerine çalıştığını ve kendi geleceğini hayal ettiğini izleriz. Bir sahnede, Ankara’nın sokaklarında birlikte yürürlerken Ender ve Çetin’e, çocukken gözlerini kapatıp yürüme oyunu oynadığını anlatır. Karanlıkta yürümenin zor olsa da haz veren bir tarafı olduğunu onlara söyler, herkesin gözlerini kapayıp yürümeye çalıştığı oyunu birlikte oynamaya davet ederek onlarla bu hazzı tekrarlar. Zaman içerisinde tanıdık ilişkilerden yavaş yavaş çıkar, kendine üniversiteden yeni arkadaşlar edinir. Birine aşık olur ve cinselliğini de yaşar. 

Filmin içinde Nihal yas tutarken anladığımız bir kayıp daha vardır. Sahnelerde geçen diyaloglardan, Çetin’in ebeveynlerini bir kaza sonucu sekiz yaşındayken kaybettiğini duyarız. Abisi Murat, kaza sırasında on sekiz yaşındadır ve bu travmatik ölümün ardından kardeşine o bakmıştır. Çetin’in ebeveynlerinin kaybı karşısında verdiği tepkiyi ve ardından Ender’le olan ilişkisini, daha eylemsel olarak nitelendirebiliriz. Sanki ebeveynlerini henüz ergenliğe geçmeden kaybeden Çetin’in ruhunda bir kara delik oluşmuştur. Sanki tüm büyüme ve yetişkin olma yolu o kara deliğin içinde kaybolmuş, Çetin de büyüyüp ileriye gitmekten öte çocukluğuna ve çocukluktaki eylemlerine geri dönmüştür. Bunu detaylandırmak belki Ender ve Çetin’in birlikteliğini biraz daha anlamakla mümkün olacak.

Ender ve Çetin’in, hikâye geliştikçe aynı mahallede büyüdüklerini, aynı okullara gittiklerini, liseye kadar birbirlerinden hep haberdar olduklarını ve lise birde bir duvar gazetesi vesilesiyle tanıştıktan sonra on sekiz yaşına kadar ayrı ayrı geçen zamanlarının çok az olduğunu anlıyoruz. Çetin, abisi çalıştığı için evde yalnız büyürken, Ender’le sankibir aile kurmuştur. Bu ailenin hikâyesi, kitapta daha detaylı olarak Ender’in ağzından anlatılır. Ender Nihal’e, Çetin’le nasıl tanıştıklarını anlatırken ikisinin “erken aile kurma isteğinin hafif kıvrımlı yolundan” geçtiklerini söyler (Bıçakçı, 2004, s. 45). Filmde ise bu kıvrımlı yolu, hem Ender’in ağzından Nihal’e anlatılırken sözler aracılığıyla öğreniriz, hem de Çetin’le Ender’in bir kişiymiş gibi yaptıkları eylemlerle görürüz. Geçen sahnelerdeonlar, aynı kulaklıktan şarkı dinler, aynı kaşıktan dondurma yer, aynı anda senkronize yemek yapar, aynı takımda oyun oynar, aynı karpuzu aynı şekilde yer, aynı hareketlerle dans eder, kayısı kabuklarını aynı tabakta biriktirirler. Ve sonunda aynı kadına (Nihal’e) âşık olurlar. Ender’in bahsettiği bu erken aile kurma isteği, belki de bir büyümeme isteğidir. Çocuk olmakla büyük olmanın birbirine karıştığı, hatta çoğu zaman aynı anda yaşandığı evrenlerinde, bir kadına pek yer yok gibidir. Ergenliklerinde iki erkek olarak kurdukları bu ailenin içine giriyor gibi görülen tüm arzu nesnesi kadınlar gelip geçici niteliktedir. Çetin, hayatına giren, cinsellik yaşadığı kadınları adeta yutar ve sonra kusar. Sanki bu kadınların hayatına girme olasılığından çok korkar. Nihal onlara gözlerini kapatıp yürüme oyununu öğretirken, Çetin hemen “Ender orada mısın?” diye bağırır (Teoman, 2011). Bu durum, bir sahnede Ender’in Nihal’e anlattığı Çetin’le olan bir anısını akıllara getirir: Çetin, üniversite döneminde birlikte olduğu sevgilisiyle gece yatarken Ender’i yalnız bırakmamak için yanlarında onun için de yatak yapmayı teklif etmiştir. Çetin’in bu eylemi bir çok açıdan anlamlı görünmektedir. Onun için sanki bir kadına duyulan arzu ve bunun getireceği cinsellik çok tehlikelidir, kişiyi yok edebilir, bir kaza sonucu öldürebilir. O ergenliğe girerken annesi babasıyla birlikte bir kaza sonucu aniden ölmüştür. Bu durum belki de 8 yaşındaki Çetin’i, annesine duyduğu çocuksu arzuyu yetişkin olma yolunda bir başka genç kadına yöneltmekten alıkoymuştur. İç dünyasında kendini korumak ve olası bir kayıp tehlikesini savuşturmak için de ne zaman bir kadınla yakınlaşacak olsa Ender’i yanında tutmuştur. Böylece, içinde belki bir uzlaşma sağlamış, hem bu kadınlarla çift olurken Ender’i bir çocuk gibi sahnenin dışına atmamış hem de bu kadınların karşısında çocuksu bir konum alarak anneye duyduğu çocuksu arzusunu devam ettirmiştir. Bu tip eylemlerin tekrarıyla Çetin’in iç dünyasında bu kaza hiç yaşanmamış gibi olur. O hiç büyümemiş, ergenliğe geçmemiş, hiç ayrışmamış ve kayıp yaşamamıştır.

Ender ise zaten zihninde başka bir erkek olan kadınlara tutulur. Mesela, kitapta Sevgi isimli bir kadına duyduğu aşktan bahseder, Sevgi evlidir. Sevgi ve diğer kadınlar evli oldukları, “asıl” birlikte oldukları erkeğe eninde sonunda dönerler. Çetin ve Ender’in Nihal’e duydukları imkânsız aşklarında sanki şu vardır: Nihal’e âşık olmak, hem aynı duyguları birlikte taşıyabilmek, tehlikeyi birlikte göğüslemek hem de bir üçüncüyü dahil ediyormuş gibi yapıp yine ikili cennetlerini korumak demektir. Sürekli tekrarlanan ilişki dinamikleri ve eylemlerle, kaybın hiç olmadığı bir evrende Ender ve Çetin çifti büyümüş gibi yaparak ama büyümeden hayatlarını sanki dondururlar.

Kogan (2002), yoğun travmatik deneyimlerin çocukların ruhsallığında bir “ruhsal delik” açtığını öne sürmüş, bu deliği astrofizikte tanımı yapılan “kara deliğe” benzetmiştir. Astrofizikteki tanımıyla kara delik, büyük kütleli bir yıldızın patlamasıyla oluşur. Galaksi, kara delikle içe doğru çöker ve yerçekimi kuvvetlerini içine çeker, ışığı yutar. Uzay-zaman kara delikte sıkışır. Buna benzer nitelikte, büyük kütleli travmatik deneyimler de çocuğun ruhsallığında bir kara delik oluşturur. Bu deliğin içinde geçmiş ilişkisel dinamikler, kayıplar, travmalar kapsül şeklinde tutulur. Kara delikte ışığın yutulması, içinden geçememesi gibi, bu ruhsal delikten de sözler, simgeler, hayaller geçemez. Büyümek ve yas tutmak için gerekli olan her şey sanki kapsül halinde ruhsallıkta korunur. Kogan’ın bu tanımı, Freud’un ayrılmamak için kaybedilenle özdeşleşme söylemine benzer. Sözel olarak aktarılamayan kayıplar, eyleme dönüşür ve tekrarlanır. Ender ve Çetin’in ilişkilerinde tekrarlanan eylemlerini, kayıplarına ve ayrışmaya, büyümeye dair inkârlarını bu şekilde de düşünebiliriz.

Ender’in, kendi anne-babasıyla kurduğu ilişki kitapta daha detaylı ele alınmıştır. Sanki, o da anne-babasıyla kurduğu ilişkiyi Çetin’le kurduğu ilişkide tekrar ediyordur. Babası da yakın arkadaşı Reşit Bey’le ayrılmaz bir ikili olmuştur. Annesinin adı hikâyede çok az geçer. Reşit Bey’in anlattığı hikâyelerle büyülenen babasını anlatır durur. Bu hikâyelerde de kadınlar uzakta ve ulaşılmazdırlar. Asıl ikililik, erkeklerin dostluğu üzerinden kurulur. Böyle düşününce, Ender’in mesleğinin “çevirmenlik” oluşunun tesadüf olmadığını da görüyoruz. Çetin’le dostluklarında hikâyeler anlatan, eylemleri söze çeviren, mektuplar yazan Ender’dir. Böylece belki, kendisi bir nevi Reşit Bey’in yerine geçmiş, babasının ikamesi gibi olan Çetin’i büyülemiş, hayatına sabit olarak alamayacağı kadınlarla birlikte olarak da ona (babasına) ihanet etmemiştir. Kendisine şiir yazmasını isteyen Nihal’e verdiği yanıtta bu ihanet etmemenin izlerini görürüz. Filmde de, kitapta da Ender şöyle der:

Okumak kimilerine yazmayı öğretir, banaysa yazmamayı öğretti. Edebiyat ve ibadet dahil, bir tür vecd hali yaratan bütün faaliyetlerin nihai amacı o faaliyeti yapmamayı öğretmek olmalı. Üstelik, edebiyatçıların, özellikle de şairlerin, güzellikle ilişkilerinin sorunlu olduğunu düşünüyorum. Ya ona itaat etmek ya da hükmetmek istiyorlar. Güzellikle birlikte uslu uslu yaşayamıyorlar vesaire vesaire. (Bıçakçı, 2004, 114-115) 

Çetin ise, eylemlerine bir mana katan Ender’e adeta yapışık yaşar. Ona şarkı dinletirken yüzünün aldığı ifadeyi bir tek Ender’in anladığını bilir. Bir sahnede, dondurmayla kandıramadığı ağlayan Nihal’in yerine, onunla aynı kaşıktan dondurma yiyen Ender’i kandırdığını izleriz. Ender, Çetin’in neredeyse hiçbir eylemini tuhaf bulmaz. Bulsa da belki anlamları saklı kalır. Böylece Bion’un (1984) tanımıyla kapsayan-kapsanan ikililiği de bozulmamış olur. Bir akşam, Murat, Çetin ve Ender, Nihal’e anılarından bahsederlerken Çetin’in bir anısını anlatırlar. Çetin küçükken kapıcının buzdolabındaki sütlacı yer, yerine bir kedi koyar. Kedi dolapta donmak üzereyken bulunur ve dışarı çıkartılır. Hep birlikte bu anıya gülerlerken, Nihal kedinin beyaz olup olmadığını sorar. Nihal, durumun tuhaflığının farkındadır, kedi ve Çetin için kaygılanmıştır ve bir bağlantı aramaya çalışmaktadır. Bu anıda, Çetin’in kayıpla olan ilişkisini net bir şekilde duyarız. Bir çiftin evindeki muhtemelen bir kadının yaptığı sütlacı yutmuştur, arzusuna/açlığına yenildiği için kaygılanmıştır ve yerine canlı bir kedi koymuştur. Herhalde koyabilse kendisini buzdolabına koyabilirdi diye düşünüyorum. Kaybedilenle özdeşleşme, hatta tam da o kaybın kendisi olma belki böyle bir şeydir; kaybın acısıyla, arzunun tehlikesiyle yaşamak yerine canlılığı dondurmak… Sekiz yaşında anne babasının kaybeden Çetin de o kaza anında donup kalmıştır belki.

Peki, travmatik deneyimlerin tekrarı bir onarımı getirebilir mi? Freud (1939), travmanın dış dünyada tekrarı yoluyla onarılma olasılığını tamamen reddetmemiştir. Tekrar eden travmatik deneyimin bir düzeyde, benliğin bölünmüş olan kısımlarını uzlaştırma girişimi olarak görülebileceğini yazmıştır. Ben, bu hikâyede bir onarımın yaşandığını düşünüyorum. Ender ve Çetin, uzun zamandır aynı evde yaşamayı hayal etmiştir. Bu hayal de aslında çocukluklarında yaşadıkları, erken kurdukları iki kişiden oluşan aile yaşamlarını tekrar etmekten ibarettir. Aynı durumu, somut olarak aynı eve taşınarak daha da haz alacakları şekilde yaşayacaklarını umarken, evlerine Nihal gelir ve aslında çoğu şey farkına varılmadan dönüşür. Nihal’e duydukları aşk, Ender’in deyimiyle onları “erkeğe” indirger. Evlerinde bir kadın yaşadığını idrak ettikçe, cinsiyet farklılıklarına dikkat edilmeye başlanır. Bir gün Çetin, Ender’e telefonda “Klozet kapağını indirelim artık” der. Ender de “İç çamaşırı yıkama meselesini de konuşmamız lazım.” diye cevap verir (Teoman, 2011). Böylece her şey küçük küçük ayrışmaya başlar. Mimiklerinden uzuvlarına kadar Nihal’in bedenini en ince detaylarıyla incelerler. Nihal’in canlılığı aslında onlara da bir canlılık getirir ama daha önce de söz ettiğim gibi bu canlılık tehlikelidir. Nihal, dış dünyada yeni ilişkiler kurup hayatına devam ettikçe, Ender ve Çetin de dış dünyayla ister istemez karşı karşıya kalırlar. Nihal’in kürtaj olmasıyla ise bu kadının cinselliği ve kayıpları hayatlarına dahil olur. Her şeye rağmen Nihal ayakta kalır ve yurtdışında yüksek lisans yapmak için abisi Fikret’in yanına gider. Nihal’in ebeveyn kaybı, Ender ve Çetin’in travmatik yaşantılarının tekrar etmesine yol açar ama onun bu kayıpla baş etme şekli, ikiliye söze dökülebilen bir hikâye anlattırır. Nihal’in gidişiyle, onu evlerine alıp büyüyüp gitmesine izin vererek aslında neye üzüldüklerini ve neyi kaybettiklerini anlarlar. 

Yazımı, beni çok etkileyen bir sahne ve kitaptan bir alıntı ile bitirmek istiyorum. Filmde, Çetin ve Ender’in mutfakta oldukları bir sahnede sokaktaki çocuk sesleri git gide yükselir. Kitapta bu sahne şöyle söze dökülmüştür:

Mutfak iyice karanlık olmuştu. Ocağın alevi tencerenin altından mavi-beyaz, solgun bir ışık yayıyordu. Sokaktan hâlâ çocuk sesleri geliyordu. Ayakta hareketsiz duruyorduk. Her şey çok çocukça ve çok keder vericiydi. Aklıma sevdiğim bir romandan bir cümle gelmişti. Kederin bizi başrole taşıdığı, ikimiz dışında her şeyi cılız bir manzaraya dönüştürdüğü o anda, cümleyi kendimce yeniden kurdum: Bizim büyük çaresizliğimiz Nihal’e aşık olmamız değil, sesimizin dışarıdaki çocuk seslerinin arasında olmayışıydı. Asıl çaresizlik buydu.

(Bıçakçı, 2004, 102)  

KAYNAKÇA 

Bıçakçı, B. (2004). Bizim büyük çaresizliğimiz. İstanbul: İletişim Yayınları.

Bion, W. R. (1984). Second thoughts. Londra: Karnac. [Tereddütlü düşünceler. (N. Erdem (Çev.). İstanbul: Metis Yayınları, 2018.]

Freud, S. (1914). Remembering, repeating and working-through (Further recommendations on the technique of psycho-analysis II). The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, Volume XII (1911–1913): The case of schreber, papers on technique and other Works, 145–156.

Freud, S. (1917). Mourning and melancholia. The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, Volume XIV, 237-258. [Yas ve melankoli. (A. Emirsoy, Çev.) İstanbul: Telos Yayıncılık, 2014.]

Freud, S. (1918). From the history of an infantile neurosis. The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud XVII, 1-124.

Freud, S. (1939) Moses and monotheism: Three essays. The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, Volume XXIII, 1-138. [Musa ve tektanrıcılık. (K. Şipal, Çev.) İstanbul: Say Yayıncılık, 2022.]

Freud, S. (1955). Studies on hysteria. The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, Volume II (1893-1895) : Studies on hysteria, 1-305. [Histeri üzerine çalışmalar. (E. Kapkın, Çev.) İstanbul: Payel Yayınları, 2013.]

Keenan, A. (2014). Parental loss in early adolescence and its subsequent impact on adolescent development. Journal of Child Psychotherapy, 40, 20-35.

Klein, M. (1946). Notes on some schizoid mechanisms. Envy and gratitude and other works (1946–1963), 1–24, Londra: Vintage.

Kogan, I. (2002). “Enactment” in the lives and treatment of Holocaust survivors’ offspring. Psychoanalytic Quarterly, 71, 251-272.

Okur, Y. (Yapımcı), Teoman, S. (Yönetmen). (2011). Bizim büyük çaresizliğimiz [Film]. Türkiye: Bulut Film.

Roussillon, R. (2011). Primitive agony and symbolization. Londra: Karnac.

Winnicott, D. W. (1958). The capacity to be alone. International Journal of Psychoanalysis, 39, 416-420.


* Tuğba Kocaefe, klinik psikolog, Psike İstanbul bünyesinde psikanalist adayı olarak eğitimini sürdürmektedir.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s