Sol Memenin Altındaki – Hakan Kızıltan

SOL MEMENİN ALTINDAKİ

Eros ve Thanatos Üzerine Notlar

Hakan Kızıltan 

Kararmasın yeter ki
Sol memenin altındaki cevahir
Nâzım Hikmet

KARANLIK ZAMANLAR

1930 Eylül’ünde Almanya’da Nazi partisi Reichstag seçimlerinden ezici bir zaferle çıktı. Adolf Hitler’e ve partisine iktidar yolunu açan bu zafer, çıplak kötülüğün yıllarca sürecek kanlı saltanatının belki de ilk habercisiydi. 7 Aralık 1930 tarihinde Arnold Zweig’e yazdığı mektupta Sigmund Freud geleceğe dair karamsarlığını gizleme gereği duymayacaktı: “Karanlık zamanlara yaklaşıyoruz. Geç yaşımın kayıtsızlığı sayesinde belki bunun için endişe duymam gereksiz ancak yedi torunuma acımaktan kendimi alıkoyamıyorum” (Quinodoz, 2006, s. 236).

Yaklaşık bir yıl önce yayımlandığında büyük bir ilgiyle karşılanan ve kısa bir süre içinde birçok dile çevrilen Uygarlığın Huzursuzluğu kitabı tüm karamsar tonuna rağmen umut dolu bir sonla bitiyordu oysa. “İnsanlığın kaderini belirleyecek olan asıl soru, uygarlığın, birlikte yaşamayı tehdit eden yıkıcı dürtülerden kaynaklanan saldırılarla baş edip edemeyeceğidir” diyordu (Freud, 1999, s. 98). İçinde bulunulan tarihsel döneme dikkat çekiyor, doğal güçler karşısında elde edilen hâkimiyetin marifetiyle, insanların birbirini tümden ortadan kaldırmalarının işten bile olmadığını vurguluyordu. Ancak Eros ve Ölüm (ya da yaşam dürtüleri ile ölüm dürtüleri) arasındaki ezeli ve ebedi savaşta, Eros’un rakibi karşısında kendi üstünlüğünü gösterebileceğini umut edebileceğimizi söylüyordu her şeye rağmen (Freud, 1930). Hitler’in iktidarı ele geçirmesinden sonra, Freud, kitabın 1931 tarihli baskısında bitişe şu final cümlesini ekleme ihtiyacı hissetti: “Ama zaferi ve sonucu kim önceden kestirebilir ki?”.

***

1938 Mart’ında Hitler Almanya’sı Avusturya’yı ilhak etti. Birkaç hafta sonra paha biçilmez değere sahip psikanalitik yayınevi Internationaler Psychoanalytischer Verlag saldırıya uğrayıp tahrip edildi. Giderek artan Nazi tehlikesi karşısında Ernest Jones ve Prenses Marie Bonaparte başta olmak üzere tüm kaygılı dostları Freud’a ülkeyi terk etmesi yönünde ısrarlı çağrılarda bulunmaya başladılar.

İngiliz ve Amerikan diplomatların başını çektiği uluslararası kampanya Freud’un ülkeden ayrılmasına izin vermeleri için Alman ve Avusturyalı otoriteler üzerinde oldukça etkili bir baskı oluşturdu ve nihayet 3 Haziran 1938’de Freud, karısı Martha ve kızı Anna Londra’ya gitmek üzere Viyana’yı terk ettiler ancak Freud’un çıkış izini alamayan dört kız kardeşi geride kaldı, birkaç yıl sonra bir Nazi kampında öleceklerdi (Quinodoz, 2006).

EROS VE THANATOS’UN EZELİ VE EBEDİ SAVAŞI

Freud (1930) uygarlık ile dürtüler arasındaki bağdaşmaz karşıtlığın iç yüzünü ve akıbetini araştırdığı Uygarlığın Huzursuzluğu kitabında, uygarlığın, toplumsal bütünlüğü ve esenliği korumak adına libidinal ve agresif dürtüleri ketlediğini ileri sürer. İnsan cinselliğinin uygarlık tarafından kötü muamele gördüğünü ve nihayetinde önemli birer mutluluk kaynağı olan aşkın ve cinselliğin değerini azalttığını öne süren Freud’a göre uygarlık, cinsel nesne seçimini karşıt cinsle sınırlamakla kalmaz, genital cinselliğin dışında kalan tüm tatmin biçimlerini, cinsel sapkınlıklar olarak yaftalamak suretiyle yasaklamaya çalışır. Geriye kala kala üremenin hizmetinde heteroseksüel, genital ve tek eşli aşk kalır.

Cinsel dürtülerin doğrudan tatminini ketlemekle yetinmeyen uygarlık, agresif dürtüleri de dizginlemeye çalışır. İnsanda güçlü bir agresif eğilimin varlığına işaret eden Freud, insanın, sevgi peşinde koşan, yalnızca saldırıya uğradığında kendini savunan nazik bir yaratık değil, bilakis, saldırganlığa, yıkıcılığa ve vahşete eğilimli son derece yırtıcı bir tür olduğunu belirtir. Örneğin, onun için yanı başındaki komşusu, başı sıkıştığında yardımına koşacak biri ve/veya muhtemel bir cinsel nesne olmanın ötesinde, yeri geldiğinde saldırganlığını üzerinde tatmin edeceği, rızası olmaksızın cinsel açıdan kötüye kullanabileceği, malını mülkünü gasp edeceği, iş gücünü karşılığını sunmadan sömürebileceği, aşağılayıp işkence edebileceği ve nihayet öldürebileceği birisidir aynı zamanda: Evet, insan insanın kurdudur! Koşullar elverişli hale gelip de agresyonu denetim altında tutan erotik kökenli ruhsal güçler devreden çıktığında saldırganlık zincirlerinden tüm azgınlığıyla boşanır ve insan denen varlık, merhamet nedir bilmez vahşi bir canavara dönüşür (Freud, 1930). Yaşamın ve tarihin tüm acı ve kanlı deneyimlerinden sonra, diye meydan okur Freud, kim bu söze karşı çıkacak cesareti gösterebilir ki? Evet, gerçekten kim?

Uygarlık insanlar arası ilişkileri tahrip etmesi kuvvetle muhtemel bu zorba eğilimi denetlemek için oldukça yüklü karşıt enerjiye gereksinim duyar; ahlaki, dinî, etik, yasal vb. standartlar geliştirmek yoluyla agresif itkilere sınırlar koymaya çalışır. Gerçi, dünyanın ve memleketin şu an içinde bulunduğu hazin duruma bakarsak bu uğurdaki çabaların yeterince başarılı olduğunu söylemek güç. Üstelik hâkim politik-toplumsal iklim agresif dürtüleri baskılamaktan ve insancıl biçimlere yüceltmekten ziyade en yıkıcı ve en ham haliyle kışkırtmaktan ve azdırmaktan yana ne yazık ki. Freud’un iyimserliğini paylaşıp uygarlığın zamanla gereksinimlerimizi daha çok tatmin edecek biçimlere evrileceğini ümit etsek bile, bu beklentimizin temenniden öteye geçmeyebileceğini hatırda tutmakta yarar var. Bu gerçekçi ihtiyat boşa değil; zira insan ruhsallığının nasıl işlediğine dair farkındalığımız bizi boş bir umuttan alıkoyuyor. Ruhsal coğrafyada, insanları libido/sevgi temelinde bir araya getiren ve uygarlığın hizmetinde iş gören Eros ile ölüm dürtüsünün türevi olan agresif ve yıkıcı eğilimler arasında bazen birinin alta düşüp diğerinin üste çıktığı, seyri ve akıbeti belirsiz, mutlak bir zaferden uzak –ama madem hayat devam ediyor, demek ki Eros’un burun farkıyla önde götürdüğü– ezeli ve ebedi bir savaş ara vermeksizin sürüp gitmekte çünkü.

Peki, Freud’un ölüm dürtüsünün temsilcisi olarak addettiği saldırganlık ve nefret nereden türer? İnsan ruhsallığındaki yıkıcılık ve vahşetin, hasedin ve hıncın, doymak bilmez açgözlülüğün ve hırsın, şehvetin ve şiddetin, velhasıl bilcümle kötülüğün o pek “verimli ve uğursuz” kaynağı nerede yuvalanmıştır? Bu “kötücül” ve tahripkâr dürtü neden bu derece güçlü ve enerjik, neden bu denli ısrarcı ve ihtiraslı ve dahası nasıl oluyor da bir türlü alt edilemiyor? Bireysel ve toplumsal açıdan optimal koşullar sağlandığında agresif dürtünün insan ruhundan silinmesi, yarattığı yıkımların acı hatıralarıyla beraber günü geldiğinde tarih sahnesinden çekilmesi mümkün olabilecek mi acaba?

İnsan ruhunun derinliklerine nüfuz edebilmemizi sağlayan psikanalitik incelemeler yukarıdaki sorulara ilginç bazı yanıtlar sunar. Mesela agresyonun ölüm dürtüsünden kaynaklandığını savlar; iyilik ve kötülüğün ortak bir kökensel nesneye sahip olduğunu, vicdan ile meme arasında bir tür ilişkinin var olabileceğini öne sürer. İnsandaki kötücüllüğün kaynağının en empatik annenin, en insancıl kültürün düzeltici etkilerinin erişim alanı dışında bir yerlerde konuşlanmış olduğunu ima eder dahası. Bu nedenden ötürü, insan ruhunun karanlık ve kötücül doğası, iyi bir ebeveynlikle, etkili bir psikoterapiyle veya umutlu bir devrimle giderilemeyecek cinsten bir tür kader gibi görünür. Eğer bu tespit doğruysa, insan için süreklilik arz eden iyicil, mutlu ve huzurlu bir hayat kelimenin gerçek anlamıyla hayaldir maalesef. Dolayısıyla, iyiliğin kötülüğe mutlak galip geleceği bir Armaggedon[*] asla olmayacak, ruhsal ve dünyevi ütopya hep bir rüya ülkesi olarak kalacaktır.

Ancak gene de bir başka teselli edici seçeneğin varlığı mevcut görünmekte: Libidonun agresyona, sevginin nefrete, iyiliğin kötülüğe ve nihayet vicdanın zulme baskın geldiği, madem kötücüllüğü tümden ortadan kaldırmak mümkün değil o halde denetim altında tutulduğu ruhsal bir iktidar ilişkisinin iç dünyada –ve elbet toplumsal bir muadilinin dış dünyada– kökleşmesi. İmkânsız olandan feragat edip mümkün olanla yetinmek durumundayız demek ki.

ŞİDDETİN PSİKO-BİYOLOJİK BELİRLEYİCİSİ:  ÖLÜM DÜRTÜSÜ

Haz İlkesinin Ötesinde adlı eserinde Freud (1920) ruhsallığın libidinal tatmin ve haz arzusunun ötesinde, çok daha derin ve gizemli bir güdülenmenin etkisi altında olduğunu ileri sürer: Ölüm dürtüsü. Freud’a göre canlı varlığa içkin ölüm dürtüsü, esasında, orijinal inorganik duruma dönmeye yönelik biyolojik bir gereksinimden kaynaklanır. Dürtüsel hayatın temel eğilimini oluşturduğunu öne sürdüğü bu meta-dürtünün hâkimiyeti altındaki tüm dürtülerin nihai amacı maddenin yaşam öncesi inorganik durumunu ihya etmek, cansızlığın mutlak dinginliğine geri dönmektir.

Aslına bakılırsa Freud metapsikolojik çalışmalarının en başından itibaren nöral ve/veya ruhsal yapıda uyarılmışlık halinin söndüğü mutlak dinginlik durumuna yönelik bir eğilimi varsaymış, kuramsal gelişimin hemen her döneminde söz konusu eğilime farklı adlandırmalarla (Eylemsizlik İlkesi, Nirvana İlkesi ve Ölüm Dürtüsü) işaret etmeyi sürdürmüştür. Örneğin 1895 tarihli “Bilimsel Bir Psikoloji İçin Proje” el yazmalarında (1950) nöral sistem dâhilinde cereyan eden enerji akışından söz ederken nöral aygıtın birincil işleyişinde enerjinin hemen ve mutlak boşalımının (ki nöral eylemsizlik ilkesi olarak adlandırır) esas olduğunu yazar. Nöronların aldığı enerjinin tümünü boşaltma eğiliminde olduğunu, nöral aygıtın yalnızca boşal(t)ma eğiliminde değil, daha da radikal biçimde uyaran kaynaklarından kaçınma eğiliminde olduğunu iddia eder. Keza, nöral aygıtın işlevinin organizmanın içsel enerjisini mümkün olan en düşük seviyede tutmak olduğunu varsaymış, nöral aygıtı fazla uyaran yükünden koruyan işlevleri söz konusu aygıtın uyaran miktarını sıfır düzeyinde tutmaya yönelik temel eğilimiyle ilişkilendirmiştir (Freud, 1920).

Eylemsizlik ilkesi, Haz İlkesinin Ötesinde eserinde yerini Nirvana İlkesi’ne bırakır. Budizmden ödünç alınmış bir kavram olan Nirvana ilk kez Alman filozof Arthur Schopenhauer tarafından Batı düşünsel literatürüne dâhil edilmiştir. Orijinal anlamında, insani arzunun sönmesini, kolektif ruha, huzur ve sükûnet haline dâhil olduğunda bireyselliğin silinmesini ve nihayet mutlak hiçlikte yok olmayı ifade eden kavramın işaret ettiği deneyim psikanalitik kuramda Nirvana ilkesine dönüşür (Laplanche ve Pontalis, 1988). Ruhsal aygıtın içsel veya dışsal kaynaklı uyarılma niceliğini sıfıra veya mümkün olan en düşük seviyeye düşürmeye yönelik radikal eğilimi temsil eden Nirvana ilkesi Freud’a göre içsel gerilimden mutlak biçimde kurtulmayı amaçlar ve son tahlilde ölüm dürtüsünün nihai istikametini temsil eder.

RUHUN KARANLIĞI, KLEIN’IN AYDINLIĞI

Freud’un Haz İlkesinin Ötesinde (1920) eserinde öne sürdüğü ölüm dürtüsü kavramı psikanalitik dünyada hâlâ sonlanmamış, ateşli tartışmalara yol açmıştır. Nitekim kavram, ilk elde, çok az sayıda psikanalist tarafından benimsenir. Ernest Jones gibi, en sadık yoldaşları bile Freud’un öne sürdüğü bu yeni kavrama şüpheyle yaklaşırlar. Hatta ölüm dürtüsünü ileri sürmesinde Freud’un kişisel ölüm endişesinin payı olduğunu düşünenler bile olur. Gerçi, ilk başlarda bizzat Freud’un kendisi de kavramın geçerliliği hakkında alçakgönüllü ve temkinlidir, ancak zaman geçtikçe doğruluğundan giderek daha çok emin olacaktır (Quinidoz, 2006).

Melanie Klein, ölüm dürtüsünün geçerliliğine dair kuvvetli itirazların ve/veya dirençlerin olduğu bir ortamda kavramı benimseyen ve klinik pratiğe uygulayan ilk psikanalistlerden olur. Öyle ki, kavram Klein ve sonrasında Kleincı metapsikolojinin temel sayıltısı haline gelir. Freud’un öne sürdüğü yaşam ve ölüm dürtüleri arasındaki çatışmayı ruhun temel psikodinamiği kabul eden Klein, daha da ileri giderek ölüm dürtüsünün ruhsallığın yapılaşmasında ve işleyişinde tayin edici bir role sahip olduğunu düşünür. İnsanı anlamaya çalışırken karanlık tarafından hareketle işe başlamayı yeğlemiştir Klein. Dolayısıyla, insanoğlunun karanlık ve kötücül tarafına ışık tutacaksak şayet, bunun yolu –az veya çok ama mutlaka– Klein’ı anlamaktan geçer.

***

Freud sonrası psikanaliz tarihinin en etkili kuramcılarından sayılan Melanie Klein ruhsal gelişimde agresyonun oynadığı rolü öne çıkaran çalışmalarıyla insan ruhunun en ilkel ve en vahşi dinamiklerine ışık tutmuştu. Psikanaliz içinde nesne ilişkileri kuramının kurucusu kabul edilen Klein, ruhsallığı nesne ilişkileri bağlamında ele almış, kuramsal ve terapötik çalışmalarında ağırlıklı olarak oral dönemde gerçekleşen erken dönem nesne ilişkileri ve içselleştirme süreçlerine yoğunlaşırken, ilksel nesne ilişkisi olarak düşündüğü çocuğun memeyle olan ilişkisine özel bir önem atfetmişti (Tura, 1999).

Klein (1957) ölüm dürtüsü tarafından yok edilme tehdidinin kaygının en ilkel hali olduğunu ileri sürer. Bu önemli saptamayı yorumlayarak açalım: Yaşam dürtüsünün etrafında örgütlenebileceği türsel ve bireysel donanımın, dürtüsel gereksinimleri tatmine taşımaktaki erken dönem yetersizliği, insan yavrusunun ölüm dürtüsünün etkilerini tüm şiddetiyle hissetmesine yol açar. Zira oral evrede, açlık ön planda olmak üzere, dürtüsel gereksinimler tarafından içeriden ve dışarıdan durmaksızın saldırıya uğrayan bebek söz konusu dürtüsel uyaranlar karşısında yoğun bir çaresizlik yaşar. Bireysel olarak yaşamın çok başında olmanın verdiği bedensel ve ruhsal acemiliğin (enfantil acizlik) yanı sıra insan türünün bir üyesi olması dolayısıyla içgüdüleri nötralize edebilecek yetkinlik ve yeterlilikte içsel “organik benlik”ten[†] yoksun (ontolojik acizlik) olması dolayısıyla gelişen bu çaresizlik içgüdüsel gereksinimlerin kronik biçimde engellenmesine, şiddetli agresif duygulanımlara ve nihayet ölüm dehşetine yol açar. Gelişimin oral evresinde ölüm açlık kılığında nüksetmiştir, “aç bırakılma korkusunu –hatta belki de her türlü fiziksel ve zihinsel acıyı– uyandıran acıkma duygusu, ölüm tehdidi olarak algılanmaktadır” (Klein, 1957, s. 47).

Enfantil kendilik, ruhsal yapılanmanın annenin erişim alanı dışında kalan kısmında cereyan eden tüm bu ilkel agresif yaşantılarla kendi baş etmek durumundadır. Peki, ama nasıl başaracaktır bunu?

Nesne ilişkilerinin kurucu kuramcısı Klein’ın nesnelerin öznel oluşumuna dair açıklaması son derece özgündür ve dürtülerle, özellikle ölüm dürtüsüyle yakından ilişkilidir. Klein ilksel nesne temsillerinin, dış dünyanın aktif nesnel etkilerinden bağımsız bir şekilde, dürtülerin doğrudan uzantısı olarak şekillendiklerini öne sürer. İlk nesne temsilleri, ona göre, deyim yerindeyse, bir tür “hatalı algılama”dan türer. Bebek, ölüm dürtüsünün agresif devinimlerini, öznelliğinde, kendiliğine dışsal yabancı bir nesnenin veya nesnelerin saldırıları olarak yaşantılar. Ölüm dürtüsü “yok olma (ölüm) korkusu olarak hissedilir ve zulmedilme (perseküsyon) korkusu biçimini alır…[ölüm dürtüsü] kendini bir nesneye bağlar –veya kontrol edilemez ezici bir nesneden duyulan korku olarak deneyimlenir” (Klein, 1946, s. 4).

Soyut ölüm dürtüsü, kendini öncelikle, bedene içkin somut nahoş/agresif yaşantılamalar aracılığıyla kendiliğe dışsal kötü bir nesne olarak hissettirir. Nitekim Klein küçük çocuğun somut bedensel gereksinimlerin engellenmesini –fiziksel duyumlar, gerilim ve huzursuzluk– yabancı nesnelerin saldırıları olarak yaşantıladığını öne sürer. Sonraki bir makalesinde yalnızca agresif duyumların değil, rahatlık ve emniyet gibi haz verici libidinal duyumların da nesneleştiğini, benliğin bu olumlu duyumları iyi nesnelerden kaynaklandığını sanrılayarak yaşantıladığını öne sürecektir (Klein, 1952).

Riviere (1936) Klein’ın kritik değerdeki bu saptamasını öfke duygusuna uyarlar ve öfkeyi oluşturan agresif duyumların çocuk tarafından kötü içsel nesneler olarak yaşantılandığını ileri sürer. Çok ilginç bir saptamayla, çocuğun, yaşantıladığı tüm engellenmeleri yoksun bırakıcı bir öteki temsiliyle kişileştirdiğini iddia eder: “İçsel yoksunluk ve gereksinim her zaman dışsal bir engellenme olarak hissedilir” (s. 46).

Görüldüğü üzere, Klein öznel dünyada temsilleşen ilksel nesnelerin, dışsal nesnelerin içselleştirilmesinden kaynaklanmadığı, küçük çocuğun en erken libidinal ve agresif duyumlarının fenomenolojisini açıklamak ve anlamlandırmak üzere adeta kendiliğinden oluştuğu görüşündedir (Greenberg ve Mitchell, 2000 [1983]). Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, olumlu/libidinal ve olumsuz/agresif tüm duyumlar, en başından itibaren, salt heyecansal halleriyle değil, kişilik kazanıp öznellikte birer nesne temsili halinde ve/veya iyi veya kötü nesnelere atfedilmek suretiyle yaşantılanmaktadır.

Klein’ın nesnelerin oluşumuna dair bu özgün saptaması, içsel nesne oluşumunu salt içselleştirmelere dayandıran modern “Nesne İlişkileri” kuramlarında büyük ölçüde kaybolacak, bu kayıpla beraber insan ruhsallığına dair önemli bir bilgi de yitirilecektir.

ÖZNELLİĞİN PARANOİD İNŞASI

Melanie Klein’ın ve Kleincı geleneğin insanın iç dünyasını kavramada altın değerindeki bu saptamaları ruhsallığın işleyişine dair derin içgörüler sunmakla kalmaz, insanın kötücül doğasını anlamaya yönelik çok değerli ipuçları da sağlar. Kendi görüşlerimi de katarak ifade edersem, kendiliğin türsel organik-ontolojik yetersizliğinden ve gelişimsel acizliğinden kaynaklanan agresif değerli nahoş duyumların ve engellenmelerin, iç dünyada kişilik sahibi nesnelere atfen temsil edilmesi, ruhsallıkta her türlü yaşantıyı nesne ilişkisel yaşantılara tercüme eden ruhsal bir mekanizmanın yanı sıra söz konusu nesnelere irade ve niyet atfeden bir başka mekanizmanın varlığına işaret eder.

Ruhsallığın, yaşantıları simgeleştirme ve anlamlandırma tarzını yansıtan bu temel mekanizmalar yalnızca agresif/olumsuz yaşantılar için değil, libidinal/olumlu ve agresif/olumsuz tüm deneyimler için geçerlidir. Agresif değerli yaşantılar söz konusu olduğunda, kendiliğin deneyimlediği olumsuz/agresif duygulanımların ve engellenmelerin sorumluluğu irade sahibi bir nesnenin kötü niyetli kasıtlı eylemine ve/veya eylemsizliğine yorulur. Nesne, kendiliği “kasten ve taammüden” tatminden alıkoymakla ve/veya engellenmeye yol açmakla suçlanmaktadır. İlginç olan şu ki, kendiliğin söz konusu sanrısal algılamaya kapılması için dışsal bir nesnenin bu algıyı haklı çıkaracak herhangi bir eylemine ve/veya eylemsizliğine hiç mi hiç ihtiyacı yoktur! Daha açık bir ifadeyle, ruhsallık bu algılamayı, dışsal nesnelerle ilişkinin niteliği, olumlu veya olumsuz, her ne olursa olsun, her hâlükârda üretir.

Ontolojik ve/veya gelişimsel acizlikten kaynaklanan agresif yaşantılar, dışsal nesnelerin herhangi bir müdahalesi olmadığı halde, ruhsal sembolik/öznel dünyada, âdeta otomatik biçimde, nesnenin kasten sebep olduğu engellenmeler olarak yaşantılanır. Dolayısıyla sonuç itibariyle, iç dünyada beliren kendiliğinden libidinal veya agresif duyumları irade sahibi nesnelerin varlıkları ve kasıtlı eylemleriyle açıklama/anlamlandırma refleksi, agresif yaşantılar bağlamında işlediğinde, kendiliğin yaşantıladığı spontan olumsuz deneyimlerden (nahoş duyumlar, engellenmeler ve agresif duygulanımlar vb.) hemen her durumda nesneyi sorumlu tutan bir tür paranoid hezeyana yol açmış olur. Nesneyi kendilik nezdinde durup dururken şeytanileştiren söz konusu paranoid hezeyan (ki insan ruhsallığındaki “olağan delilik”ten sorumludur) nesneye yönelik fantastik ve/veya reel şiddeti teşvik eden hınç kompleksine dönüşecek, ruhsal bir algı operasyonuyla dolduruşa gelen kendilik öfke, nefret ve hırsla nesnesine saldıracaktır.

Dikkat edilirse, bu ruhsal şemada agresyonun, kötü nesne temsilinin oluşması ve nesneye yönelik saldırganlık eğilimi ve hınç dışsal bir nesnenin müdahalesinden, nesnenin aktif veya pasif kötülüğünden, nesne ilişkisindeki gerçek bir yaşantıdan değil, insani benliğin dürtüleri tatmine taşımaktaki organik yetersizliği sonucu, agresif duygulanımlar ve engellenmeler aracılığıyla kendini hissettiren ölüm dürtüsünden kaynaklanır. Ancak hal böyle olsa da, dışsal nesnelerin, niyet taşıyan aktif sorumluluğu olmadığı bu agresif yaşantılar, nesne ilişkileri algoritması içine aktarılıp ilişki içindeki nesnelerin iradesi ve niyetiyle açıklanır.

HASET VE HINÇ

Oral evrede açlık vb. dürtüsel gereksinimlerin hücumu altında kendini çaresiz hisseden bebek engellenmelerin yol açtığı agresyonu kötü nesnelere atfeder ve kendini doğuştan saldırgan ve zalim nesnelerle dolu olarak yaşantılar. Ölüm dürtüsünün türevi olan bu agresyonla baş edebilmek için bir bölümünü dış dünyaya, anneye ve annesinin memesine yansıtmak zorunda kalır. Bu yansıtmayla beraber, bebek, agresyonunu tetikleyen engellenmelerden kendi narsisistik yetersizliğini değil, kötü nesneyle özdeşleştirdiği ilk dışsal nesne olan memeyi sorumlu tutacaktır (Klein, 1957).

Yaşam ve ölüm dürtüleri arasındaki savaşın yansıtıldığı ilksel nesne olarak meme, agresyonun yansıtıldığı ve yansıdığı nesne olduğu kadar libidonun yansıtıldığı ve yansıdığı nesnedir de. Bebeğin öznelliğinde olumlu/libidinal duygulanımların kişileştiği ve/veya atfedildiği iyi bir nesne olmanın yanı sıra agresif değerli yansıtmalar sebebiyle kötü bir nesne olarak da yaşantılanan meme, ruhsallıkta, iyi ve kötü kısmi nesnelere bölünmüş halde birbiriyle ilintisiz iki farklı nesne olarak temsil edilir. İç dünya ancak bölünme pahasına kurulabilmiştir deyim yerindeyse. Dışsal nesnelerle ilişki bu öznel bölünmenin gölgesi altında başlayacak, olumlu yaşantılar ruhsallıktaki bölünmeyi hafifletirken olumsuz yaşantılar derinleştirecektir.

Oral dönemde meme (veya meme yerine geçen herhangi bir nesne) iyi nesne kipi içinde, bebek tarafından besin kaynağı olmanın çok ötesinde, yaşam kaynağı olarak algılanır Klein’a göre. Bir başka deyişle, bebeğin öznelliği açısından iyi meme, salt fiziksel bir nesneden ibaret değildir. Besleyici ve doyurucu bir meme yaşam dürtüsünü temsil eder ve bu niteliğiyle kendiliği cömert, sevecen, ihtiyaçlarına duyarlı, sevdiği ve sevildiği dost bir dünyada yaşadığı hissiyle donatır. Bu hissin içinde mutlak narsisizmin kesif mutluluğuna yakın bir şey vardır. Benlik idealinin ilk yansıtıldığı nesne olarak meme besleyiciliğiyle bebeğe bu dünyada adeta cenneti yaşatmaktadır. Meme aracılığıyla gerçekleşen huzurlu ve nispeten kesintisiz beslenme deneyimi sayesinde bebek anneden eşsiz bir armağan aldığını hisseder ve bu armağan karşısında derin bir şükran duyar. Anne ona umutlu, iyimser, iyicil ve coşkulu bir hayat armağan etmektedir zira. Böylece meme iyi bir nesne halinde kendiliğe içselleşirken olumlu ruhsal yapı ve gelişimin temelleri atılmış olur (Klein, 1957).

Klein (1957) bebeklik döneminde yaşanan mutluluğun ve kendiliğe dâhil edilen iyi nesneyle sevgi dolu ilişkinin, kişiliğin zenginleşmesinin temel dinamiği olduğunu vurgular ve etkilerinin yaşam boyu devam edeceğini ileri sürer. Öyle ki bu içsel olumlu nüve insana yaşlılık çağlarında bile içsel destek ve tatmin duygusu sağlar. İyi nesneyi iç dünyasına güvenli biçimde ekebilmiş kişi, yaşam içinde kayıplara ve yoksunluklara karşı daha tahammüllü olacak, ola ki bir gün sarsıldığında, kendisini hiçbir koşulda terk etmeyen iyicil içsel nesnesinden kuvvet alarak yeniden doğrulabilecektir.

***

Optimal anne-bebek ilişkisinde bile mutlu yaşantıların yanı sıra, dünyevi yaşam ve insanlık hali gereği, kaçınılmaz engellenmeler, tatminsizlikler ve aksamalar yaşanacaktır. Oral nitelikli engellenmeler, olumsuz yaşantıları otomatik biçimde nesneye atfeden (hâlihazırda var olan) paranoid hezeyanı uyarır, iyi nesne-kötü nesne arasındaki içsel bölünmeyi şiddetlendirir, dahası, bebekte memenin onu doyumdan bile isteye yoksun bıraktığı sanrısı yaratır. Bebeğin fantezi dünyasında meme sütü, sevgiyi ve şefkati kendilikten esirgemek suretiyle muhtaç olduğu yaşamsal besini alıkoyan kötü bir nesneye dönüşür. Sadece bu kadarla kalmaz. Neden olduğu engellenmelerle meme benliğe çok daha esaslı bir kötülük yapmaktadır; benliğin memede yansıyan benlik idealiyle özdeşleşmesine engel olmakta, onu mutlak narsisizmin eksiksiz doyumundan kasten alıkoymaktadır. Bebek agresyonunu ve saldırganlığını fantezi dünyasında kötü ve cimri olarak yaşantıladığı memeye aktaracak, öznelliği içinde çatışmalı ve çekişmeli bir hal alan memeyle ilişkisi var olan tüm tatmin duygusunu tehdit edecektir (Klein, 1957).

Haset tüm trajik sahnesiyle kurulmuştur artık. Klein’ın ruhsallığın gelişiminde, yapılaşmasında ve işleyişinde temel önem atfettiği, ruhsal dünyanın en kadim ve belki de en entrikalı psikodinamiği olan haset nesne ilişkilerini derinden etkilemekle kalmaz, hınca dönüşmek suretiyle ilişkilerdeki şiddetin etken maddesini de oluşturur. Özellikle, narsisistik çatışmalarda merkezi öneme sahip olan bu habis dinamik, engelleyici ve mahrum bırakıcı olarak yaşantılanan birincil nesneye (memeye, anneye ve ardıl önemli nesnelere) yönelik öfke ve kinin özgül bir biçimidir. İlk kez anneyle çocuk arasındaki ikili narsisistik ilişkide beliren haset gelişimsel süreçte ilave dinamikler kazanarak öznelliği tüm kuvvetiyle belirlemeyi sürdürür. Oidipal evrede nesne ilişkisinin üçgenleşmesine koşut biçimde, esası değişmemekle beraber, daha çetrefil bir psikodramaya evrilir; narsisistik evrede birincil nesne (anne/anaç nesne) tatmini kendilikten esirgemekle kalırken Oidipal evrede kendilikten esirgediği tatmini bir başkasına (babaya) sunmaktadır. Nitekim Oidipal evrenin en zorlu meselesi çatallaşmış bu hasedi aşmak olacaktır.

Hasedin en trajik yanı arzu nesnesinin aynı zamanda nefret nesnesi olmasıdır. Nesneye yönelik bu çift değerli yatırım çok yönlü tahribata yol açar; birincil nesnenin iyi nesne olarak kökleşmesini engeller, agresyonun yoğunlaşmasına ve iç dünyaya tümden egemen olmasına, arzunun sevgi yerine nefreti uyarmasına neden olur ve nihayet nesneye yönelik hıncı ve kronik saldırganlığı teşvik eder. Erken dönem anne-bebek ilişkisinde muhtaç olunan nesnenin kendini ve/veya gereksinim duyulan şeyi kendilikten esirgemesi sonucunda meydana geldiği sanrılanan engellenmeler kendilikte bilinçli veya bilinçdışı biçimde, esirgenen –özellikle en çok hayran olunan ve arzulanan– şeyi/nesneyi tahrip etme, bozma ve kirletme, zorla gasp etme ve saldırma isteğine neden olur (Kernberg, 1995). Söz konusu fantastik ve gerçek yaşantılar bağlamında ruhsal gidişat âdeta bir refleks hareketiyle psikopatolojiye ve kötücüllüğe doğru meyleder.

Şimdiye dek içsel/yapısal dinamiklerin belirlediği sürecin bundan sonraki gidişatını anneyle (ve gelişimsel süreçte oluşan ardıl nesne ilişkilerinde) çocuk arasındaki nesne ilişkisinin özgül niteliği belirleyecektir. Şayet ikili ilişkide anne çocuğun gereksinimlerini gereğince aynala(ya)maz ve çocuk sürekli biçimde engellenmeye maruz kalırsa hâlihazırdaki haset dinamiği anneyle somut ilişkide doğrulanacak, pekişip güçlenecek, benlik hızla kötücüllüğe ve psikopatolojiye sürüklenecektir. Ancak, öte taraftan, doğuştan gelen yapısal koşulların (Kleincı bağlamda düşünüldüğünde, yaşam ve ölüm dürtülerinden birinin çocuk özelinde yapısal olarak daha baskın olması ve/veya kendiliğin doğuştan gelen yapısal gücü) yanı sıra annenin eşduyumundan kaynaklanan fiziksel ve ruhsal koşullar gerekli ve yeterli doyumu temin edebilecek elverişliliğe sahipse gelişimsel süreç optimal yönde seyredecektir.

Yapısal avantajların güvencesi altında enfantil kendiliğin yaşantıladığı istikrarlı doyum yardımıyla eğer memenin iyi nesne temsili kendiliğe yerleşmiş ve yeterince kök salmışsa, kötü meme algısından türeyen agresif yönelim ve saldırganlık, memeyle ilişkinin temelde olumlu niteliğini hepten sarsmayı başaramayacaktır. Üstelik her şey yolunda giderse, kendiliğin deneyimlediği olumlu libidinal yaşantıların olumsuz agresif yaşantılara baskın gelmesi sonucu libidonun agresyonu hâkimiyeti altına alması sayesinde gelişim sürecinde beliren yeni bir avantaj, iyicilliğin kötücüllük karşısında bir mevzi daha kazanmasına hizmet edecektir: Kendilik ve nesne temsillerindeki aşırı iyi ve aşırı kötü kutuplaşmasının, bütünsel bir kendilik ve bütünsel bir nesne temsilinde mutedil bir hal almasıyla, kısmi nesne ilişkileri çift değerli bütünsel nesne ilişkilerine (ki Kleincı gelişim şemasında ruhsallığın paranoid-şizoid konumdan depresif konuma evrilmesine karşılık gelir) evrilecektir.

Tüm bu gelişmelere paralel olarak özne son derece sarsıcı ve sürpriz bir farkındalığa ulaşır: Sevdiği nesneyle nefret ettiği nesne, onu besleyen müşfik nesneyle onu mağdur ettiğini sanrıladığı zalim nesne aynı nesnedir. Şimdiye dek haset ve öfkeyle saldırıp tahrip ettiği nesne o pek sevgili nesnesiymiş meğer! Üstelik “sevgili nesne”si gerçekle fantezinin birbirine karışıp durduğu o alacakaranlık alanda yapıp ettiği tüm hırçınlıklarına rağmen onu sevmeyi ve beslemeyi sürdürmüş, tümden kötüleşmemiştir. Gelişen gerçeklik duygusu sayesinde, kendilik, giderek, nesnenin algılanan kötülüğünün büyük ölçüde kendi agresyonundan ve yansıtmalarından kaynaklandığını anlayacaktır. İnsanlar ve dünya, zannettiği kadar ve zannettiği gibi kötü değildir aslında; suçluluk ve vicdan azabı belirir, nefret sevgiyle yumuşatılır, nesneye verilen zarar onarılmaya çalışılır.

Yapısal ve nesne ilişkisel koşulları elverişli olmayan, gelişimsel/yaşamsal süreçte tekrarlayan travmatik engellenmelere maruz kalan “talihsiz kendilik” maalesef tüm bu onarıcı/düzeltici yaşantılardan ve gelişimsel kazanımlardan mahrum kalacak, agresyonla yüklü, hınçla tıkanmış, bölünmüş ve parçalı bir iç dünyaya hapsolmuş halde kötücüllüğe ve patolojiye doğru güçlü bir eğilim gösterecektir.

EROS VE VİCDAN

Peki, sevgi temelli libidinal bütünleşmiş nesne ilişkisinin kendiliğe egemen olmasıyla insan ruhuna içkin kötücül çekirdek tümden ortadan kalkar mı? Sevgi ve adalet, huzur ve barış iç ve dış dünyada ebedi saltanatını tereddütsüz ilan edebilecek mi bir gün?

İnsan denen varlığın sırlarına vâkıf oldukça koşullu bir umut ve temkinli bir iyimserlikle yetinmek zorundayız. Ruhsallığa içkin kötücül çekirdeğin enerjisini ilişki dışı bir alandan devşiriyor olması onu etkisizleştirmeyi imkânsız kılar; kötümserliğimiz bundan. Ontolojik ve gelişimsel acizlik sonucu yaşanan kaçınılmaz engellenmelerin faturasının otomatik biçimde nesneye çıkarılması kendilikte muhtaç olduğu nesnenin imkânlarını kendisinden esirgediği hezeyanına kaçınılmaz olarak yol açar. Anne-bebek ilişkisinde (ve gelişimsel süreçte oluşan ardıl nesne ilişkilerinde) yaşantılanan gerçek engellenmelerle birleşince iyiden iyiye kuvvetlenen bu hezeyanın içinde devinen kendilik öfke ve nefret, haset ve hınç, açgözlülük ve yıkıcılıkla nesnesine ve giderek tatmine engel olduğunu zannettiği tüm dünyaya ve nesnelerine saldırır. Açık saldırganlığın yanı sıra geliştirdiği zorbaca bir tavırla muhtaç olduğu tatmini kendinden esirgediğini sanrıladığı nesneleri arzusu doğrultusunda davranmaya zorlar (tümgüçlü kontrol). Bir türlü elde ettiklerinin keyfini süremeyen, kronik mutsuz, her daim huzursuz, ne tüketse doyumsuz, nesnesine düşman “kriminal ruh”u tümden yatıştırmak olası değildir, zira aslen nesne ilişkilerinin nüfuz edemeyeceği bir alana aittir. Peki, şifası olmayan bu halin ıslahı mümkün mü acaba?

Aslına bakılırsa insani varlığın bu dünyadaki mevcudiyet biçiminden kaynaklanan ve dolayısıyla “nesnel faili” bulunmayan varoluşsal mutsuzluğundan nesnesini sorumlu tutup saldırganlaşan “kriminal kendiliği” durduracak tek şey, sevginin nefret üzerindeki hâkimiyetinin temsilcisi, öznelliğin merkezinde ikamet eden, bu sayede kendini ve nesneyi bütün halleriyle seyredebilen “bütünleşmiş libidinal kendilik”tir sezebildiğimiz kadarıyla. Bütünleşmiş libidinal merkezî kendilik, kötücül kendilik parçasının saldırdığı nesnenin aslında sevilen nesneyle aynı nesne olduğunu görebildiği için bu saldırıyı etkisiz hale getirebilir, olmadı, telafi edebilir. Nitekim Klein (1957), suçluluk ve vicdanın, saldırganlığın yöneldiği nesnenin aynı zamanda sevilen nesne olduğunun farkındalığından türediğini söyleyecektir. Dolayısıyla, kendilik saldırdığı veya saldıracağı nesnenin aslında sevdiği veya sevebileceği bir nesne olduğunun bilinciyle, içinden türeyen kötücüllüğü fark edebildiği, dizginleyebildiği, nesneye vermiş olduğu fantastik ve/veya gerçek zararı onarabildiği ölçüde vicdanileşir ve olgunlaşır.[‡]

Koşullar elverdiğinde, Klein’ın öngördüğünün ötesinde başka bazı ruhsal gelişmeler de imkân dâhiline girer: İnsan, varoluşsal mutsuzluğundan herhangi bir nesnenin sorumlu olmadığını, söz konusu mutsuzluğun bu dünyadaki mevcudiyet biçiminin kaçınılmaz bedeli olarak yaşanması gerektiğini, dahası bu yazgısal mutsuzluğu hafifletmek mümkün olsa bile gidermenin imkânsızlığını fark ettiği ölçüde bilgeleşir. Bu bilinç doğrultusunda, haksız yere suçladığı nesneleri ve kötülükle dolu hissettiği kendiliğini varoluşsal mutsuzluğun sorumluluğundan azleder. Bu dünyada insan olarak yaşıyor olmaktan kaynaklanan kaçınılmaz ıstıraplardan kendisini kurtaracağını –boş yere– umut ettiği nesneleri idealleştirmekten de vazgeçer. Kendilik ve nesneleri tanrısallıktan ve şeytanilikten arınıp insanileşir ve dünyevileşir.

Tüm bu ruhsal gelişmeler gerçeklik sınamasının güçlenmesiyle taçlanır; imkânsız ile mümkün olan arasındaki sınır belirginleşirken kendilik, dünya ve nesneleri nispeten hakiki halleriyle, dünyevi ve insani imkânları ve sınırlılıkları, iyicil ve kötücül yönelimleri içinde, çok daha gerçekçi biçimde algılanır hale gelir. Gerçeklik algısını bulandıran boş endişe ve nafile arzulardan kurtulmuş benlik hayatı başka türlü yaşama imkânına kavuşur.

İnsanın içindeki kötücül çekirdeğin ontolojik kökeni dolayısıyla sıfırlanması olası değildir maalesef; evet, bir tür “kötü kader.” Ancak, insanoğlu bu dünya ve mümkün nesnelerine sevgiyle bağlanmak suretiyle bu kötücüllükten kendisini ve sevdiklerini sakınabilir, içsel kötülüğünü, içsel iyiliğini çoğaltarak denetim altında tutabilir, baskılayabilir, verdiği zararı onarabilir. Bu beceri insan ruhsallığı açısından bilinçli, zahmetli ve her an özen isteyen bir gayreti gerektirir, zira ne yazık ki, insanın kötücüllüğü neredeyse refleksif, iyicilliği ise büyük ölçüde iradîdir. Bu yüzdendir ki, iyicillik kötücüllük karşısında hâkim konuma geçse bile hassas ve kırılgan bir denge üzerinde yükselen iktidarı mutlak ve ebedi değildir.

İnsani varlığa içkin kötücüllük tekil ölçekte kendiliğin, toplumsal ölçekte ise uygarlığın esenliğine yönelik kronik bir tehdit oluşturur. Nitekim kendiliğin ve “uygarlığın huzursuzluğu”, son tahlilde, ontolojik doğası gereği asla sıfırlanamayan, ruhsal hâkimiyeti ele geçirmek üzere fırsat kollayan kötücül kendilik çekirdeğinin yol açtığı söz konusu kronik tehdide dayanır. İnsanın (ve insanlığın) dünya ve nesneleriyle kurduğu, giderek çoğalan ve zenginleşen sevgi bağları tatmin yaşantısının güvencesi olduğu kadar, kendine ve dünyaya düşman, nefret ve hınçla güdülenen yıkıcı benlik parçasına ve uzantısı agresif nesne ilişkilerine karşı da en etkili panzehirdir.

Dünyanın bugünkü politik ve ekolojik durumunu göz önüne aldığımızda artık giderek daha iyi fark ediyoruz ki insanlık salt bilgi ve teknolojiye dayanmak suretiyle daha vicdanlı bir uygarlık yaratabilmiş değil, bilakis tersini iddia etmek bile mümkün. Nitekim insanoğlu bilgiyi ve imkânlarını daha ziyade kötücüllüğün (bir başka deyişle, agresyon ve ölüm dürtüsünün) hizmetine koşmak suretiyle zulmün çok daha incelikli yollarını keşfetmiş görünüyor. Bilgi kadar bilgeliğe, arzu kadar sağduyuya, zekâ kadar sevgiye, akıl kadar vicdana ihtiyacımız var demek ki, zira uygarlık vicdan olmaksızın zulümdür.

Yaşam dürtüleri uyarınca insan türünün biyolojik ve kültürel devamlılığı, iyicilliğin kötücüllüğü baskılayabilme becerisine, insanoğlunun sahip olduğu imkânları kötücüllüğün değil iyicilliğin, nefretin değil sevginin hizmetine adamasına bağlıdır. Nitekim Freud 1926’da Fransız yazar Romain Rolland’a şöyle yazar: “Ben insan sevgisine duygusallıktan ya da ideallerden dolayı değil soğukkanlı, ekonomik nedenlerden ötürü tutunuyorum, zira insan sevgisini, dürtü donanımımız ve çevremizin koşulları dâhilinde, insan türünün yaşamda kalması için en az teknik kadar vazgeçilmez buluyorum” (Babaoğlu,1999, s. 19).

Eros ve Ölüm Tanrısı arasında sürüp giden ezeli ve ebedi savaşta, dünyanın ve insanların, ağaçların, kuşların ve parkların, dağların ve suların ve dahi bilcümle varlığın esenliği adına vicdanımız ve irademiz Eros’tan yana. “Ama zaferi ve sonucu kim önceden kestirebilir ki?”

 

 

Kaynakça

Babaoğlu, A. (1999). Freud’da Toplum, Kültür, Din Felsefesi. M. Freud, S.  Uygarlığın huzursuzluğu içinde, (s. 9-22 ). İstanbul: Metis Yayınları. (Özgün eser 1930 tarihlidir).

Freud, S. (1920). Beyond the pleasure principle. The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, Cilt XVIII (1920-1922): Beyond the Pleasure Principle, Group Psychology and Other Works, 1-64.

Freud, S. (1999). Uygarlığın huzursuzluğu. (H. Barışcan, Çev.). İstanbul: Metis Yayınları. (Özgün eser 1930 tarihlidir).

Freud, S. (1950). Project for a Scientific Psychology (1950 [1895]). The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, Volume I ( 1886-1899): Pre-Psycho-Analytic Publications and Unpublished Drafts, 281-391.

Greenberg, J. R. ve Mitchell, S. A. (2000 [1983]). Object relations in psychoanalytic theory. Cambridge: Harvard University Press.

Kernberg, O. F. (1995). Love relations in normality and pathology. New Haven: Yale University Press.

Klein, M. (1975[1946]). Notes on some schizoid mechanisms. Envy and Gratidute and Other Works, 1946-1963. New York: Delacorte Press.

Klein, M. (1975[1952]). The mutual influences in the devleopment of ego and id. Envy and Gratitude and Other Works, 1946-1963. New York: Delacorte Press.

Klein, M. (1999). Haset ve şükran. (Orhan Koçak, Yavuz Erten, Çev.). İstanbul: Metis. (Özgün eser 1957 tarihlidir).

Laplanche, J. ve Pontalis, J. B. (1988). The language of psychoanalysis. (D. Nicholson-Smith, Çev.).  Londra: Karnac Books. (Özgün eser 1973 tarihlidir).

Quinodoz, J. M. (2006). Reading Freud. (David Alcorn, Çev.). New York: Routledge

Tura, S. M. (1999). Editörün önsözü. M. Klein. Haset ve Şükran içinde, (s. 7-13 ). İstanbul: Metis Yayınları.

Riviere, J. (1936). On the genesis of psychical conflict in early infancy. International Journal of Psychoanalysis 55, 397-404.

Notlar

[*] Tanrının dünyayı tüm kötülüklerden arındıracağına inanılan nihaî savaşı.

[†] Organik benlik/ego” kavramını, benliğin içerdiği psikanalitik anlamın ötesinde, ruhsal işleyişi idare eden, genetik olarak belirlenmiş zihinsel yapı ve işlevlere işaret edecek biçimde kullanıyorum.

[‡] İngilizcedeki “consciousness” (bilinç) ve “conscience” (vicdan) sözcüklerinin ortak etimolojik kökene dayanması farkındalıkla vicdan arasındaki yakın bağa işaret eder.  İnsan kendine dair farkındalığını geliştirdiği ölçüde vicdanileşir ve iyicilleşir. İyilik farkındalıkla mümkün hale gelir.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s